Kendinizi Netflix yöneticilerinin karşısında The Queen’s Gambit’i kabul ettirmeye çalışırken hayal edin. Toplantı odasındaki ahşap masanın bir tarafında siz, diğer tarafında dünyanın piyasa değeri en yüksek eğlence firmasının hangi projeye para koyacağını seçen takım elbiseli yöneticiler…
Projeniz hakkında sorular sormaya başlıyorlar. “Konusu nedir?” diye bir soru geliyor ilk olarak.
“Satranç,” diyorsunuz.
Gülüyorlar… “Bu devirde kim satranç oynar ki? Yok mu şöyle Call of Duty, GTA, Fortnite falan? Biraz daha detay verebilir misiniz?” diye soruyorlar bu sefer. Üç hayırla uğurlayıp sırada bekleyen diğer projeye geçmek istiyorlar aslında, ama ayıp olmasın diye biraz daha tutuyorlar sizi.
Derin bir nefes alıp “Hikayemiz 60lı yıllarda geçiyor,” diye söze başlıyorsunuz. “Dönemin dekorlarını, giysilerini, aksesuarlarını, müziklerini hayal edin,” diyorsunuz Netflix yöneticilerine. Projenizin; annesini küçük yaşta trafik kazasında kaybeden, babasını hiç tanımamış, kaldığı yetimhanedeki hademe Mr. Shaibel’ın bodrum katındaki köhne odasında gizli gizli satranç öğrettiği Beth Harmon’un; dünya satranç şampiyonluğu final maçına giden hayatındaki inişleri ve çıkışları, alkolle, uyuşturucuyla ve kendi iç dünyasıyla savaşını konu eden, lineer olmayan kurgusuyla geçmişten ve gelecekten sahneleri birleştiren ama bunu seyirciyi yormadan yapan, kıymeti bilinmemiş genç oyuncuları parlatarak göz önüne çıkartan (öhöm Anya Taylor-Joy), satranç dünyasının perde arkasındaki gerçekleri seyirciye tüm çıplaklığıyla gösteren, bireyin toplum içindeki yalnızlığını, geri plana atılmış kadınların hayatlarına anlam katma mücadelesini; işin içine eşcinsellik, dostluk, hayal kırıklıkları, umutlar, kalp kırıklıkları, yenilgiler, uzatılan yardım elleri ve zafere giden yoldaki dramlardan örnekler katarak, yer yer hüzünlü, kimi zaman rahatsız edici, gerçekçi ama bir o kadar da hayalperest bir temelde ilerleyen, Amerikalı yazar Walter Tevis’in aynı isimli romanının 7 bölümlük mini dizi uyarlaması olduğunu söylüyorsunuz…
Bu akıl almaz fikri anlatırken çılgın bir roller coaster’a soktuğunuz Netflix yöneticileri şaşkınlıklarını gizleyemiyor. “Peki projenin kamera arkasında kimler olacak?” diye soruyorlar bu sefer, heyecanla.
“İşin başında Scott Frank olacak,” diyorsunuz. “Hani 1998 yapımı Out of Sight ve ünlü oyuncu Hugh Jackman’ın hayat verdiği süper kahraman Wolverine’in sinemalara veda ettiği, büyük beğeni toplayan Logan filmi ile en iyi uyarlama senaryo dalında Oscar adaylıkları olan Scott Frank,” diye açıklıyorsunuz. “Scott’a bu projede İskoç sinemacı Allan Scott (Allon Shiach) destek olacak,” diye ekliyorsunuz. “Ve bir de…”
“Evet, ve bir de?” diye soruyorlar büyük bir hevesle.
“Yapımın satranç danışmanlığını efsanevi satranç oyuncusu Garry Kasparov yapacak,” diye belirtiyorsunuz. Ve karşınızdaki yöneticiler çekleri imzalamak için yarışırken siz arkanıza yaslayıp, tatlı bir keyif gülümsemesinin yüzünüze yayılmasına izin veriyorsunuz.
Netflix Kedi Olalı Bir Fare Tutmuş
The Queen’s Gambit’in Netflix onay sürecini hayal ettiğimiz bu giriş bölümünde dizinin öne çıkan birçok noktasına değinmiş olduk aslında. Fakat The Queen’s Gambit’in başarısını bu giriş bölümü ile ifade etmek yeterli olmayacaktır. Çünkü bu dizi gelmiş geçmiş en başarılı Netflix projelerinden birisi. Hemen hemen her noktasında kusursuz bir işçilik ile nakış gibi işlenmiş harikulade bir elbise adeta. Gelin dizinin neden bu kadar başarılı olduğunu biraz daha açalım. Benim en çok hoşuma giden kısmından başlamak istiyorum izninizle: Kurgu…
Bu diziyi Christopher Nolan izlese eminim ki beğenirdi. Neden mi? Lineer olmayan yapısından dolayı elbette. Bildiğiniz gibi Christopher Nolan seyircinin zaman algısını manipüle ederek, onları şaşkına çevirin kurgularla zorlamayı seven bir yönetmen. The Queen’s Gambit bu noktada Christopher Nolan agresifliğinde değil elbette. Dizi aslında Beth’in hayatından kesitler şeklinde ilerliyor diyebiliriz. Fakat harika kurgusu diziden alınan keyfi bir hayli arttırıyor gerçekten.
Hikâye ileri bir tarihte başlıyor. Geçmişe gidip bazı sahneler görüyoruz. Sonra tekrar ileri ve daha sonra tekrar geri gibi tekniklerle zaman çizgisi bize düzensiz aralıklarla parça parça aktarılıyor. Bu kurgu seyirciye boşlukları kendi hayal gücüyle doldurması için bir şans veriyor. Daha sonra olaylar gerçekleşip yaşananları hayal ettiğimiz hikâye ile karşılaştırdığımızda, gariptir, bizi tatmin etmeyi başarıyor The Queen’s Gambit. Özellikle dizinin sona doğru nefis bir final yaptığını söylemek lazım. Hikâyenin başını, ortasını ve sonunu son derece oturaklı bir şekilde bağlayan senaryo, inanılmaz yüksek bir noktada bırakıyor sımsıkı tuttuğu elimizi. Çok net ifade edebilirim ki dizinin kusursuz kurgusu bile tek başına bu diziyi izlemeniz için yeterli bir sebep.
Prodüksiyona Şapka Çıkartıyorum
Hikayedeki başarıyı yükselten bir önemli detay da prodüksiyon ve oyunculuk kalitesi olmuş. Prodüksiyon derken genel anlamda diziye harcanan emeği kastediyorum. Dekorlar, kıyafetler, müzikler, görüntü yönetmenliği vb. tüm öğeleri içine alan genel bir prodüksiyon başarısı bu. Dizi sizi dönemin dünyasının içine sokmayı ve hikâyenin bir parçası gibi hissetmenizi sağlıyor. Hiç falsosu yok gerçekten. Birçok Netflix projesinde, ne kadar sükseli de olsalar, bir Netflix basitliği hissedilir. The Queen’s Gambit bu hissi size asla vermiyor. Baştan sona kaliteli bir yapım izliyorsunuz.
Oyunculuk konusunda herkesin kusursuz bir iş çıkardığını görüyoruz. Elbette Anya Taylor-Joy başrol olarak ekstra bir övgüyü hak ediyor. Yıllardır hak ettiği seviyelere çıkamamış bir aktris olarak konumlandırmışımdır kendisini. Beth performansı ile dört dörtlük bir iş çıkartmış gerçekten de.
Dizinin başarısının ardında yatan bir diğer nokta da satranç maçlarının ve turnuva ortamının çok iyi aktarılmış olması. İnsanı bu yaşta satranca başlatacak kadar kaliteli bir atmosfer ve yönetmenlik söz konusu. Turnuvalardaki gerginlik, rekabet, hırs, kısıtlı replik kullanımına karşın sizi zevkten dört köşe yapmayı başarıyor.
Bize Bunlarla Gel Netflix
Gördüğünüz gibi öve öve bitiremiyorum diziyi. Daha da yazarım ama kendimi tutsam iyi olacak.
Sonuç olarak satranca ilginiz olsun ya da olmasın, The Queen’s Gambit’i izledikten sonra taşları elinize almak isteyeceğinizi garanti edebilirim. Dizinin başında ürkek bir piyon olarak karşımıza çıkan Beth’in, yaşadıklarının ardından kudretli bir vezire yükselişini konu alan bu diziyi kaçırmamanızı öneriyorum. Böyle kaliteli diziler nadir düşüyor önümüze.
The Queen’s Gambit’in ardından beğeni kazanmış bir diğer Netflix projesi olan Stranger Things’e dair izlenimlerime bakabilir, ya da Agatha Christie’nin On Küçük Zenci kitabının dizi uyarlaması hakkındaki fikirlerime göz gezdirebilirsiniz. Bir sonraki yazıda görüşmek üzere!
Güzel bir yazı. Ben de genel olarak diziyi beğendim; Fazla uzun tutulmamış, kurgusu gerçekten iyi, insanı sıkmıyor ve bir dahaki bölüme geçmek için merak uyandırıyor. Ancak ben sonunu fazla beğenmedim. Çok Hollywood vari oldu. En sonda herkes Bett’e yardım ediyor, Jolene borç para veriyor. Yani son bölümde bütün karakterleri gösterip çocuksu bir duygusallık yarattırlar. Çok hoşuma gitmedi. Ama verdiği şu mesajı beğendim. Bett oyunu beyninde canladırmasının sebebini aldığı o ilaca bağlıyordu ve kafası hafif iyi olduğunda daha iyi olduğunu düşünüyordu. Ancak en sonunda ilaçları attı ve hiç kullanmadı ama yine de tava baktığında oyunu kendi kafasından çok iyi kurdu ve bütün ihtimalleri bir bilgisayar programı gibi hesapladı. Aslında senin hep yazdığın konfor alanından çıkma fikrine , farklı bir bakış açısıyla, çok güzel bir örnek gibi oldu.
Gerçekten de keyifle izlediğim kaliteli bir Netflix yapımı. Beth’in yürüme sahnesi bile kendini izletiyordu