Limit 2025 yılında geçen bir polisiye.
Limit Frank Schätzing'in benim okuduğum ikinci kitabı oldu.
Limit 2025 yılında geçen bir polisiye.
Limit Frank Schätzing’in benim okuduğum ikinci kitabı oldu.

 

Limit’in Künyesi

Frank Schatzing‘in yazdığı, 2025 yılında geçen Limit bilimkurgu ve polisiye tarzda bir romandır.

Pegasus Yayınları‘nın 2013 yılında bastığı ve Almanca’dan çevrimi Firuzan Gürbüz tarafından yapılmış olan kitabın arka kapağında şunlar yazılmış:

“2025

Çığır açan yeni teknolojiler uzay yolculuklarında devrim yaratmıştır. Amerikalılar ve Çinliler Ay’da bulunan Helyum-3 için kıyasıya bir rekabet içindedir. Çünkü bu yeni element dünyanın tüm enerji sorununu çözmeyi vadetmektedir. Aynı zamanda siber dedektif Jericho Owen, yeraltına inen muhalif Yoyo’yu bulmakla görevlendirilir. Önceleri sıradan görünen görev, gittikçe kâbusu andıran bir kovalamacaya dönüşür. Çünkü güzel olduğu kadar çetin bir ceviz olan Çinli kızın tesadüfen öğrendiği bir sır, her ikisinin de canına mal olacak kadar önemlidir. Tüm dünyayı kapsayan entrika ağının ucu uzay yolculuğuna çıkmış bir grup ünlünün konuk olarak bulunduğu Ay’a kadar uzanır.”

Bunu en başta söylemem gerektiğini hissediyorum: Frank Schatzing’in Limit isimli romanı beni gerçekten çok yordu. 1247 sayfalık kitap ürkütücü bir kalınlığa sahip. Eminim kitabın kalın olduğunu düşünüp gözü korkan ve almaktan vazgeçen çok kişi olmuştur. Tamam kabul; Frank Schatzing’in ilk okuduğum romanı olan Sürü de kalın bir kitaptı. (Sürü hakkındaki değerlendirmem) Bu konuda tecrübeli olduğum için bir Frank Schatzing romanından nasıl bir beklenti içinde olmam gerektiğini biliyordum. Yine de itiraf etmeliyim ki Sürü, Limit’ten daha iyi bir kitaptı. Limit sizi bir türlü içine çekemeyen bir roman olmuş.

Sıkıntılar ve Saptamalar

Bir kere Limit’in göründüğü kadar doyurucu bir kitap olduğunu söyleyemeyeceğim. Evet, Frank Schatzing büyük bir iş başarmış ve bu kitabı yazabilmek için inanılmaz araştırma yapmış. Sürü’de de aynı emeği görebiliyordunuz. Limit’in sonundaki “Teşekkürler” kısmında romanın ortaya çıkabilmesi için kimlere, nerelere danışılmış olduğunu görüp saygı duymamak mümkün değil. Bu çabaya rağmen maalesef Limit’te sürükleyici bir kurgu oluşturulamamış. Bunca bilgi, merak uyandırıcı bir olay örgüsü ve ilgi çekici karakterler üzerinden bize anlatılamamış.

Kitabın beni rahatsız eden bir diğer noktası da diliydi. Okumalarım sırasında cümlelerin gereğinden fazla uzun olduğu ve birbirleri ile uyum içerisinde olmadığı gibi bir fikre kapıldığımı itiraf etmeliyim. Bunun üzerine bir de sürekli dallanıp budaklanan ve birbirleri ile bağlantı kurmakta zorluk çektiğim yan hikayeler de eklenince kitabın beni içine alamadığını, benim de içine giremediğimi fark ettim. Yan karakter sayısının fazla oluşu (Aynı durum Sürü’de de vardı ama hiç rahatsız etmemişti) ve yazarın bu karakterleri yeterince farklılaştıramaması kitap için sıkıntı yaratmış. Limit’in karakterler ve okuyucu arasında duygusal bir bağ kurmayı başaramaması (Aslında bunu deniyor ama bende o etkiyi yaratamadı) kitabın en zayıf yönlerinden birisini oluşturmuş. Bu nedenle karakterlerin kitabın ilerleyen kısımlarında ne yaşayacakları sizi çok da ilgilendirmemeye başlıyor. Sonuç olarak detayları pas geçmeye ve bütüne odaklanmaya başlıyorsunuz. Kendimden örnek verirsem; okumalarım sırasında bazı yerleri yeterince anlamadığımı fark ettim ama geriye dönüp tekrardan aynı yerleri okumaktan da üşendiğim için anladığım kadarıyla yetinip, devam ettim. Ne zaman hikâye toparlanıp son düzlüğe girdi, işte o zaman parçalar yerli yerine oturdu, karakterler bana daha samimi ve ilgi çekici görünmeye başladılar.  Kitabın giriş ve gelişme bölümlerinin çok uzun tutulmasının bunda bir etkisi olsa gerek.

Frank Schatzing Limit kitabının yazarı
Frank Schatzing’in Limit romanı bende Sürü’nün bıraktığı tadı bırakamıyor.

Kitaptan Önemli Ayrıntılar ve Aldığım Notlar

Üstte fazla yermiş gibi göründüysem övme zamanı gelmiş demektir. Frank Schatzing, Limit üzerinden insanlığın Ay’dan beklentilerine ve dünyanın yakın geleceğine dair değerli saptamalar ve hatta öngörülerde bulunmuş. Bunları hikâyenin içine yedirirken bir türlü ayakları yere basan bir üslup yakalayamadığı için çoğunun havada kaldığını göreceksiniz. Bu noktada suçu direk Frank Schatzing’e yüklemek de doğru değil. Belki Almanca’dan çeviri yapınca yerine oturmayan bir dil sıkıntısı söz konusudur.

Limit ile ilgili görüşlerimi eğer daha evvel Düşlerden Gerçeğe’de yazmış olduğum Sürü eleştirimi gördükten sonra okursanız “Orada beğendiğin şeyleri burada yeriyorsun, ne iş?” diye sorabilirsiniz. Doğrudur, Sürü’yü kısa bir yazıda ne kadar övebilirseniz o kadar övmüşüm 2011 yılında. Ama o övgülerin hepsini hak etmişti Sürü. Limit ise başlangıçta da belirttiğim gibi, en basit tabiriyle “yorucu bir deneyim”di. Sürü’de mükemmel bir uyum içinde birleşen parçalar Limit’te uyumsuz bir görüntü çizmişlerdi.

Limit’i okurken aldığım notların bir kısmını sizinle paylaşmak istiyorum. Referansların bir kısmı çok güzel. Enteresan betimlemeler de var. Hoşunuza gidecekler olacaktır. Ardından eleştirimi toparlayıp yazıyı noktalayacağım.

Planet Earth is blue
Ant there is nothing I can do

Dünya dışında bir yaşam olduğunun kanıtı David Bowie‘nin Space Oddity şarkısının sözleri Limit’in ilk sayfasında yer alıyor. Muazzam bir referans olmuş. Şarkının klibini şöyle bırakıyorum.

• Ünlü Amerikalı aktör Dean Martin‘in bir sözü: Bir erkek yerde yatarken bir yere tutunabildiği sürece sarhoş sayılmaz.

… diğer robotlar gibi onun da kalıplar içinde düşünen bir makine olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Kıymığı görüyordu ama görüyor sayılmazdı. Orada bir şey olduğunu biliyordu ama ne olduğunu bilmiyordu.

• …pahalı giysilere ilgisi bir Tibet ayısının kravata olan düşkünlüğü kadardı.

• Yalnız, kimileri paraya kavuştuklarında tiyatronun gerçek yaşam olduğuna inanmaya başlar. En fazla istedikleri şey, o sahnede oturmak ve her gün yeni giysiler içinde yeni roller oynamaktır.

• … ruhu bir düzine endişeli, bedensiz Lynn’e bölünerek otelin içini dolaştı. … Lynn’ın endişeli hayaletleri sağlık bölümündeki saunalara ve masaj havuzlarına bakıp iç geçirdiler; golf alanının üzerinden soğukça sürtünerek uyuşuk bir hızla STELLAR ISLAND KUBBESİ’ne, yeraltındaki multimedya merkezine doğru aktılar, ama bir kusur bulamadılar.

Julian bunun için çok fazla bir şey yapmazdı; önceden hazırlanmış esprilere rağbet etmez, aynanın önünde konuşmalar hazırlamazdı; yalnızca neredeyse kendiliğinden, Newton’un evrensel kütle çekim yasasına göre uydu değil de gezegen olduğunu düşünürdü.

Hollanda’nın su altında kalan bölgeleri için ilk duba kasabaları tasarlayan kişi. …”Evet düşünsene! Dev bir yüzer ada. Geçenlerde bir röportajda okudum. Bu şey yalnızca havaların güzel olduğu yerlerde dolaşacakmış.”

Taş devri taş bittiği için sona ermedi. (Muhteşem bir tanım değil mi?)

“Ben nefret eden biri değilim. Nefret bana yabancı. Öfkelenebilirim! Birinin cehenneme gitmesini isteyebilirim, ama sadece bir anlamı varsa. Nefret tamamen saçma bir şey.”

İnsan nasıl özgür olurdu? Korkulanın gerçekleşmesiyle!

Bir zamanlar benim hissettiğim gibi, kendini insanlarla birlikteyken huzursuz hissedersen, uzayı kendine vatan olarak biçimlendirirsin; daha güçlü varlıklardan yanıtlar ararsın ya da sanki sen yanıtlardan biriymişsin gibi yaparsın.

Sonra bir gün çok güzel bir kadınla evlenip New York’a taşınırsın ve ansızın şunu fark edersin: Dışarıda hiçbir şey yok. Her şey dünyada. İnsanlarla buluşursun, sohbet edersin, ilişkiler kurarsın ve bakarsın, daha önceleri sana zor gelen her şey kolayca gerçekleşiyor. Şişirilmiş korkuların küçülerek son derece basit endişelere dönüşür.

Artık kafayı oynatma korkusuyla uyanmazsın; bitmez tükenmez düşüncelerin insanlığın varoluşunun sefilliği üzerine değil, çocuklarının geleceği üzerine yoğunlaşır.

“İbret almamız lazım” demek, onlardan “Elbette çaldık, ama bunu bulmuş olduğun için seni takdir ediyoruz”u duymanın edepli bir versiyonuydu.

Duygularındaki bu karmaşa onu rahatsız etmişti; tıpkı sürekli birinin kucağına gereksinim duyan bir çocuk gibiydi, onu sallamayan birinin.

Affınıza sığınarak söylemeliyim ki, yaradılışın kapısına bir turnike koydular.

… delilik yıkıcıydı.

Oyuncular Napolyon’u da canlandırıyorlar, ama bu yüzden gidip Avrupa’yı fethetmeye kalkmıyorlar.

Biçim bozucular, yazarın stilini sonradan değiştiren programlardı. …Bazıları bu programlar sayesinde metinleri, büyük yazarların ve şairlerin stilleri doğrultusunda yeniden yazıyor ve bir çırpıda Thomas Mann, Ernest Hemingway ya da Jonathan Franzen’in tarzına ulaşıyorlardı.

… rüzgâr estiğinde kollarıyla binaların arasından birbirlerine el sallayan gömlekler.

…odada biraz önce terk edilmiş yerlere özgü tuhaf bir canlılık hüküm sürüyordu. Bilinçsiz anıların moleküllere kaydedildiği enerjik bir ışıltı kalıntısı eşyalara ve solunmuş havaya dokunuyordu.

İstatistikler normal bir sürücünün kentsel varoluşunun altı ayını kesintisiz olarak kırmızı ışıkta bekleyerek geçirdiğini iddia ediyordu.

Gözlük ve kulaklıklarla dış dünyadan tamamen kopmuş olsalar bile, müşterilerin büyük bölümü anlaşılmayan bir nedenle sokağa yakın olmayı istiyordu.

Ama bilgisayarla konuşmak ona gücünün yettiği her şeyi yapan küçük bir takımın lideri gibi hissettiriyordu.

…sayesinde Rusların doğuştan melankolik olduğunu belirttiği düşük hava sıcaklığından şikayetçiydi.

Ölü posta kutuları devletlerin ve kurumların birbirlerinin ardından casusluk yaptıkları ve ajanların birlikte görünmekten kaçındıkları dönemlerden beri kullanılıyordu. …Posta kutuları, bir şeylerin konduğu, herkesçe görünen, ama haberi sadece ilgili kişinin algıladığı, herkese açık yerler de olabilirdi. Alıcı ve gönderici belli bir zaman diliminde anlaşıyor, gönderici iletilecek olan nesneyle ilgili -belge, mikrofilm, fidye talebi, gazetede patlayacak bir haber- kararlaştırılmış yere bir işaret bırakıyor ve böylece posta kutusunda bir şeylerin beklediğini haber verip gidiyordu. Çok geçmeden alıcı ortaya çıkıyor, gönderiyi aldığına dair bir işaret bırakıp kendi yoluna gidiyordu. Donanımların fiziksel değiş tokuşu gerekene kadar sistem böyle sürmüştü. İnternette şifreli haberler gönderilmeye başlandıktan sonra bu teknik demode olmuş, ancak gönderilecek olan şeyin fiber optik kablolara uymadığı durumlarda tercih edilir olmuştu. (Battlestar Galactica izleyenler hatırlar; New Caprica’da da buna benzer bir haberleşme sistemi kullanılmıştı. Battlestar Galactica eleştirimi buradan okuyabilirsiniz.)

Eskiden belli sayfaların çeşitli yerlerine şablon şeklinde kesilmiş kartonlar konduğunda şaşırtıcı içeriklerin ortaya çıktığı İncil’de ya da Tolsytoy’un eserlerinde olduğu gibi.

Second Life devlet denetiminden kaçmak isteyenler için mükemmel bir barınaktı. Sanal dünyalar basit sohbet odalarından ve bloglardan çok daha zor kontrol edilebilen, oldukça kompleks yapılardı.

Özgürlük mü? … Nedir o? Şu anda ben sandalyede otururken ve siz benim karşımda dikilirken benden daha mı özgürsünüz? Bana doğrulttuğunuz şu şey size özgürlük mü veriyor? Sınırlandığınızda özgürlüğünüzü mü kaybediyorsunuz?

İnsan dünyaya gözlerini açtığı anda kendini uyarı, öğrenme, yakalanma ve o bilindik haksızlık koşullarının içinde buluyordu.

Ayrıca benimle tartışarak zekama saygı duyduğunu göstermişti.

Ben gerçeğim ve ucuz olmayarak kendime iyilik ediyorum. Ne istiyorsun? Duygusallık mı? Öyleyse sinemaya git.

Başkalarının sorunları söz konusu olduğunda, sanki ansızın daha iyi soluk alıyordu. Başkalarının sorunları olduğunu bilmek, kesinlikle ona kendini iyi hissettiriyordu.

Kleptokrasi: Ülkenin her türlü ulusal kaynağını ve hazinesini kendi çıkarları doğrultusunda kullanan diktatör.

Manchurian Canditate: Beyni yıkanmış, idaresi kontrol altına alınmış, başkalarının isteklerini kayıtsız şartsız yerine getiren kişileri (politikacıları) tanımlamak için kullanılan bir terim.

…Platon’dan, Sokrates’in Savunması’ndan: Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir.

Bazen tüm bu küreselleşme bana bir yanlış anlaşılmaymış gibi geliyor.

Korkuyorsun. Gerçek tehditlerden çok, kendini korkuya ittiğin düşüncelerinden. Bunu yaparken de kendini duyumsamaktan vazgeçiyorsun. Hissetme eksikliği seni depresyon cehennemine itiyor, sonucu daha da kötü korkular ve hepsinden önce korkudan korkmak oluyor.

Bunlar senin beklentilerin değil. Bunlar başkalarının beklentileri, ama sen kendini bunlarla öylesine bütünleştirmişsin ki, artık onların sana ait olduğunu düşünüyorsun. Böylece davranışlarını da bu beklentilerle eşleştirmeye çalışıyorsun. Kendinin nasıl biri olduğunu değil, başkalarının seni nasıl görmek istediklerini değerlendiriyorsun. Ama insan kendini uzun süre aldatamaz ve değersiz kılamaz. Ne demek istediğimi anlıyor musun?

Bilincin tam olarak yaptığı şey gerçek dünyayı algılamak ve onu en yalın haline indirgemektir. Yani şimdiye. Onu da bir sonraki şimdi izleyecek, bir şimdi daha, şimdi, şimdi, vesaire. Geriye kalan her şey, Lynn, projeksiyonlardır, fanteziler, spekülasyonlardır. Kendi “şimdi”ni korkutucu buluyor musun? …Dur. Varsayıma kaymaya başladın. Olanda kal. …Tek bir düşünceye izin yok: Öyle olsaydı, nasıl olurdu. Soru şudur: Durum nedir? Neredeyse her zaman. Bir korkunçluk varsa, o da senin kurgularında. … Korkunç olduğunu düşünüyorsun ki, bu seni korkutuyor. Ama bu da sadece bir düşünce. Ortaya çıkıyor, “bö” diyor ve sen ona kanıyorsun. Kafamızın içinden geçenlerin yüzde 85’i çöptür. Bazılarını hiç kayda almayız. Aralarından bir düşünce “bö” der ve biz korkarız. Ama biz bu düşünceler değiliz. Korkacak bir şey yok.

Hükümetlere sızmanın şirketlere sızmaktan daha kolay olduğu konusunda hiç şüphesiz herkes hemfikir.

Hayvan figürleri Babil tanrılarını temsil ediyordu: Yürüyen aslanlar aşkın ve orduların koruyucu tanrıçası İştar’ı; yılana benzer ejderhalar, kentin güvenliğinden sorumlu, bereketin ve sonsuz yaşamın temsilcisi tanrı Muşku’yu; yabani boğalar, fırtına ve yağmur tanrısı Adad’ı temsil ediyordu.

Fizikçilerin ilgi alanlarından biri de, evreni dengede tutan sınır koşulların tanımıdır. Daha doğrusu, evrenin olduğu gibi kalabilmesini sağlayan koşullar.

Gençti, saçları erken dökülmüştü ve karşısındakinin gözlerine iki saniyeden fazla bakamama engeline takılmış olmalıydı.

Bir saniye. Çekinceyle korku arasında ince bir fark var! Çekinceler, senin kışkırtılmış olan parçanın sonucu, sevgili Julian, çünkü nesnelliğe dayanıyor ve somut bir nedeni var. Köpeklerden, sarhoş Arsenal taraftarlarından, çıkacak olan vergi yasasından çekiniriz. Ben korkudan söz ediyorum. İçinde olası her şeyin gizlenebileceği belirsiz bir sisten. Başarısız olmanın, yetememenin, yanlış değerlendirmenin, bir felakete neden olmanın felç edici korkusundan ve son olarak kendinden korkmaktan. Böyle bir şeye aşina mısın?

İnsan diğerlerinin kendisini bir bok gibi gördüğünü düşünür ve bu nedenle kendini bok gibi hisseder ve bu da diğerlerinin onu bok gibi görmesine yol açar. …Çünkü insanın en büyük, ee, düşmanı kendisidir. Kendine acı vermek istersin.

Düşmanını ve kendini bilirsen, yüz kere savaşsan da korkmazsın; düşmanını bilmeyip kendini bilirsen bir kazanır bir kaybedersin; ne kendini ne de başkasını bilirsen; her savaşta tehlikedesin.

Kendini hatırladığı günden bu yana korkuları mide ve bağırsaklarıyla sıkı sıkıya birbirine bağlı olan Norrington kendini tuvalete attı.

Hayat senin için sanki bir film, sen de yönetmensin ve herkes senaryoya göre düşünüp davranmalı. Gerçekten de Lynn’in kendisini mi seviyorsun, yoksa senin için oynaması gereken rolü mü, bilmiyorum.

Esneme bir refleks hareketidir. Tahminime göre dolaylı nedeni beynin can sıkıntısı, tembellik ya da uyuşukluk sonucu oluşturduğu anlık iktidarsızlıklardır.

Yoksa sonsuza dek hayal dünyasında tutuklu kalacağız, diye düşündü. O zaman tam bir insan olmak yerine çözülmemiş geçmişimizin bir yankısı olacağız.

Nesillerini tüketecek meteorun düşeceği yere neşeyle yürürlerken dinozorları başka yöne çevirmek için nasıl savaştığımı herkes biliyor.

Sonuç

Notlarımdan da anlayabileceğiniz gibi Limit’i okurken anlam yüklü sözler ve başarılı tanımlamalar bulmak mümkün. Beni kitabı bitirmeye iten de bu cümlelerin varlığı oldu. Bu açıdan kitabın tatmin edici olduğunu söyleyebilirim. Her şeye rağmen Frank Schatzing ile henüz tanışmamış kitapseverlerin ilk önce Sürü’yü okumalarını şiddetle tavsiye ediyorum. Eğer Sürü’yü beğenirlerse ve Limit’i de uygun bir fiyata bulurlarsa değerlendirmelerini önerebilirim. Hem uzun, hem yorucu oluşu hem de yeterince sürükleyici olmayışı Limit’i herkese önerebileceğim bir kitap olmaktan maalesef çıkartmış.

Kitapla kalın.

Ufuk’un Notu: 6/10

Bir Cevap Yazın