Mezuniyetten yirmi yıl sonra lise arkadaşlarımla ilk kez buluşacağım için çok heyecanlıydım. Okul bitmiş hepimiz kendi yolumuzu çizmiş, bambaşka hayatlara yelken açmıştık yıllar önce. Bazılarımız birbiriyle bağını koparmamış, aradan geçen bunca yıla rağmen samimiyetini korumuştu. Kimimizse geçmişin üzerine sünger çekerek yeni bir sayfaya geçmiş, tası tarağı toplayıp kayıplara karışmıştı. Bir grup, asansörde karşılaşınca birbirine başıyla selam veren nezaket arkadaşlığını benimsemişti. Bazısı da üzerine yakışanı giymişti. Benim hangi gruba girdiğim ise cevabı aleni bir soruydu. Stüdyo dairem, izlenmeyi bekleyen Netflix arşivim, ilk göz ağrım mikrodalga fırınım ve benden de tembel Pamuk isimli kedimle “beni benimle bırakın” grubunun demirbaşı, yeni albümünün A1 şarkısıydım haliyle.

Buluşmaya kimlerin geleceği belli değildi. Şehir dışında olanlar, kapsama alanı dışında kalanlar, gözden ve gönülden ıraklar ve okyanus ötesi isimler kimlerdi, onları da pek takip etmemiştim açıkçası. Sahi, ben bu buluşmaya neden katılıyordum ki? Şeytan dürtmüştü sanki. Katıl, ne kaybedersin ki, demişti içimdeki o ses. Oysa ben halimden memnundum. Akşama domates soslu makarna yapıp mikrodalgada ısıttığım iki günlük baklavamı yiyecek, Netflix and chill takılacaktım. Ama bazen olur böyle. Rahat batar, geçmiş gıdıklar, zihnin derinliklerindeki gizli bir güç kontrolü ele alır ve asla bulaşmayacağın bir işe kalkışırsın. Sonrası üç sezon onaylı drama dizisi…

***

Buluşmanın gerçekleşeceği mekâna doğru ilerlerken, yakama lise yıllarımdan kalma anılarımı iliştirdim. Aradan geçen yirmi yılda biriktirdiğim yaşanmışlıkları da ihtiyaç duyabilirim diye sırt çantama tıkıştırdım.

Kafenin önüne vardığımda, ilk olarak mekânın ismi çekti dikkatimi: Hayırsız Cafe

Heyhat! Evren bana mesaj gönderiyordu işte. Bundan daha mânâlı bir isim olamazdı. Lise tayfasıyla yirmi yıl sonra görüşeceğim ortam, benim gibi bir hayırsızın özenti plastik kaplarda poz verip yapmacık kahkahalar atacağı bir kahveciden ibaretti. Yumruğu yemiştim mideme, daha siparişimi bile vermeden.

Yüzüme yerleştirdiğim “ben de sizi gördüğüme çok sevindim” mahyalı gülümseyişimle kapıyı açtım ve yüzüme vuran kavrulmuş kahve aromaları eşliğinde yirmi yıl öncesine ilk adımımı attım.

***

Dışarıdan bakınca epey soğuk ve bir o kadar tekinsiz görünen Hayırsız Cafe, ne hikmetse hiç de fena bir yere benzemiyordu içeriden. Fonda kulağa hoş gelen ve insanı eşlik etmeye çağıran, sıkıcı kafe müziklerinin modern bir izdüşümü vardı. Hoşuma gitmişti daha ilk notasından. Çam ağacı kütüğü rengindeki duvarlara zevkli ellerden çıktığı belli dekoratif objeler serpiştirilmişti. Ahşap zemine özenle yerleştirilmiş meşe ağacından masaların üzerlerine de son derece şık ufak masa lambaları konulmuştu. Bu lambalardan çıkan iç gıdıklayıcı sarı ışıklar semada parıldayan yıldızlar gibi romantik bir hava katıyordu bu şirin kafeye.

Etrafı incelemeyi bitirdikten sonra gözlerimle bizim grubu aramaya koyuldum. En az on beş yirmi kişilik bir grup görmeyi hayal etmiştim. Ama içeride bu eşkale uyan bir masa yoktu. Biraz daha dikkatli gözlerle baktığımda kafenin arka kısmında sola doğru kıvrılan bir bölüm olduğunu gördüm. Belki sayıca büyük grupları o kısımda ağırlıyorlardı. Arkadaşlarımın orada olabileceklerini düşünerek o tarafa doğru yöneldim. Haklıydım. Ben onlara yaklaştıkça, o taraftan birbirine karışmış neşeli gülüşmeler, hararetli atışmalar ve buram buram samimiyet yayılıyordu etrafa. Grupla aramdaki mesafe kısaldıkça adımlarım yavaşlamaya başladı. Nasıl tanıtacaktım kendimi yirmi yıldır görmediğim, beraber martılara simit atmadığım, kırmızı ışıkta beklemediğim, düğününe katılmadığım, cenazesinde taziyeye gelmediğim, çocuğunun doğumunda altın takmadığım insanlara…

Yüzümün ısınmaya, ellerimin terlemeye başladığını hissettim. Onlar çoktan buluşmuş ve kaynaşmışlardı belli ki. Ben ise şimdi onlara, uzun bir eposta zincirine son mesajda eklenmiş biri gibi katılmaya çalışacaktım. Samimi mi davranmalıydım, sanki hiç ayrılmamış gibi? Belki de cool takılmalı, çok da yüzgöz olmamalıydım ilk an için. Ne me lazım, felek bu ya, hayat hepsini bambaşka insanlara, Dr. Jekyll ya da Mr. Hyde’a çevirmiş olabilirdi pekâlâ.

Tüm bu kafa karışıklıklarını avuçlarımda stres topu yapıp çevirirken görüş alanıma girdi eski sırdaşlarım ve sıra arkadaşlarım. Ama bir gariplik vardı bakmakta olduğum insanlarda. Anlam veremedim ilk anda. Aradan yirmi yıl geçmiş ve hayat alnımıza kırışıklıklar, sesimize çatallanmalar ve saçımıza aklar yerleştirmiş olmalıydı oysa ki. Ve fakat, karşımdaki masada oturan gençler, cuma günü son ders zilinin ardından kendilerini okulun kapılarından atıp, hep beraber iki çay içmeye en yakın çay bahçesine giden bir tayfaydı sanki. Lise arkadaşlarım, yirmi yıl sonraki ilk buluşmamızda, bir gün bile yaşlanmamış, okul üniformalarını dahi çıkartmamış bir şekilde karşımda duruyorlardı kanlı canlı. Zaman onlar için durmuş, benim için ışık hızında yıldızlararası seyahat yapmıştı sanki.

Gözlerimi kırpıştırdım. Bu bir rüya olmalıydı. Kırk yaşına merdiven dayamış ben, yanlış kişilerin mi yanına yanaşmıştım? Tam ben bu halet-i ruhiye’nin içindeyken bir el tuttu kolumdan ve tüm gücüyle grubun içine, kara deliğin ışığı çektiği gibi çekti beni. Tanıdık yüzler, ellerini boynuma attılar, sarıldılar bana, hiç bırakmamışçasına. Kimse bana böyle sarılmamıştı yirmi yıldır, annemin cenazesi de dahildi buna. Yirmi koca yıl geçmişti aradan ama o dostluklar hiç açılmamış çilekli-vanilyalı dondurma gibi kalmışlardı bunca zamandır. Tadı hala damağımdaydı. Hiç eskimemiş, hiç değişmemişti… Mutluydum, en son ne zaman bu kadar mutlu olmuştum hatırlamıyordum. Gülüyordum içten, samimi, dertsiz, yarını düşünmeden, sorumluluklarımı aklıma getirmeden. İşte oradaydı en yakın arkadaşım, sırdaşım, dostum; bir gün bile yaşlanmamış, kravatını her zamanki gibi çıkartmış, saçlarını yana doğru taramış. Herkes birbirine bir anı anlatıyordu lisedeki bedenlerinde, sanki tüm lise hayatımız dün yaşanmış, bugün yaşanıyor ve yarın tekrar yaşanacakmış gibi.

Beni bu kadar çabuk aralarına kabul ettiklerine o kadar çok sevinmiştim ki, bu sürreal Boğaz tablosunun bir rüya olabileceği ihtimali bile aklımdan geçmemişti. Boş verdim ben de tüm kasıntı önyargılarımı ve mesnetsiz endişelerimi, katıldım onların sohbetlerine, gülüşmelerine, bindim anılar denizinde turlayan gemilerine…

Belki bedenlerimiz genç görünüyordu eski günlerdeki gibi, ama yirmi yıl boyunca biriktirilen tüm o yaşanmışlıklar ve makineden yeni çıkmış çamaşır gibi ipe dizilmiş tecrübeler tam karşımızdaki aynadan yansıyordu yüzlerimize…

Hani benim sırt çantama koyduğum geçen yirmi yılda yaşadıklarım vardı ya, hiç çıkarmadım onları buluşma sırasınca. Yakama taktığım lise anılarım eşlik etti bana tüm o kahkahalar, akıp giden zaman ve biten kahveler boyunca… Saatler geçtikçe çantam hafifledi, yüreğim genişledi ve ne çok özlediğimi anladım o günleri, o hisleri, yüzüme vuran boğaz esintisini… İyi ki bulmuştuk birbirimizi bunca yıldan sonra.

***

Hiç büyümeyelim diye sözleştik ayrılmadan önce. Söz verdik birbirimize, bir daha vapura yalnız binmeyeceğiz diye. Eve döndüğümde hafiflemiş hissettim kendimi, yüzüme yerleşmiş koca bir gülümsemeyle. Uzun bir aradan sonra ilk defa deliksiz bir uyku uyudum o gece. Yarın yeni bir gün olacaktı, yanı başımda yeni anılarla dolduracağım bir çantayla. Hayat her şeye rağmen yaşamaya değerdi ve geçmiş hatırlamaya ve anlatmaya değer hikayelerden ibaretti.

Bir Cevap Yazın