Daha önce birinci bölümünü yayınladığım Murat Gülsoy’un Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık kitabından aldığım notlarıma kaldığım yerden devam ediyorum.
İkinci Bölüm
- Yazmaya karar veren kişinin sosyal çevresinden alacağı olumsuz yakıştırmalar ve söylemler ile bunalmaması gerekiyor. Bir yazıya eleştirel gözle yaklaşmak sorun değil. “Bu konudan bir hikaye çıkmaz” şeklindeki yorumlar, hayal gücünü küçümseyen ve “bence yazdıkların hiç ilgi çekici değil” noktasına evrilen faydasız ve yıldırıcı yaklaşımlardır. Eğer günümüzde yazarlar bu fikre sahip olup hareket ediyor olsalardı, hergün bunca yeni kitap piyasaya çıkmazdı. Demek ki hala anlatacak birşeyler var. Önemli olan neyi nasıl anlattığınızdır.
- Çok önemli bir hususa geldik. Okumak. Kendi dilinde yazılanları okumak, dünya edebiyatını okumak, özümsemek, anlamak bir yazar için olmazsa olmazdır. Kurgu ve yazım tekniklerini inceleyip onlar hakkında fikir sahibi olmak… Birikim yaptıkça, diğer yazarların yöntemlerini inceledikçe kendi yolumuzu çizme yolunda daha kararlı olmamız işten bile değildir.
- Yarattığımız dünyanın temellerini iyi atmamız gerekir. Bunun için okuyucunun anlayabileceği gerçek dünya bağlantıları kullanıp, farklılıklar üzerine yoğunlaşmak doğru bir yaklaşım olacaktır. Bu şekilde okuyucunun gözünde yaratmaya çalıştığımız dünyanın ayakları yere daha sağlam basacaktır. Bunu yapabilmek için, yazarın içinde bulunduğu çevreyi ve dünyayı iyi gözlemleyip iyi anlatabilme yetisine sahip olması gerekir.
- Kurgulanan hikayenin hem yazarın istediği gibi olması, hem okuyucunun hoşuna gitmesi, hem de daha önce anlatılmamış bir öyküye sahip olup farklı bir lezzet verebilmesi gerekir. Bu ince çizgi esinlenme ile yeniyi kurgulama ayrımının olduğu yerdir. Bu gerçekler yazarın tamamen özgürce yazmasının önünü açan hayal gücü için elzem noktalardır. Evet, hayal gücünün tek başına yetmediğini ve bazı otokontrollerin yapılması gerektiğini görüyoruz. Karakter yaratmada, kurgu oluşturmada, hikayeyi nasıl anlatacağımıza dair ana unsurlarda karşımıza çıkabilecek her türlü sınırlama yazar için zorluk oluşturacaktır. Bunları aşmak için farklı teknikler ve değişik yöntemler denemek durumunda kalabilirsiniz.
- Bir yazarın aşması gereken en büyük engellerden birisi de hikayesinin okuyucuda gerçeklik hissi yaratabilmiş olmasıdır. Okuduğumuz eserlerde bir şekilde gerçeklik ararız. Bazı durumlarda tarih ile tarihi kurmaca romanlarının içiçe geçip birbirlerini süperpoze etmelerinin sebebi de budur. Iyi bir kurgu insanı yanıltıp gerçek olduğu algısını yaratabilir. Bir yazarın yazdığı eserinde kurmacanın gerçekliği hususuna dikkat etmesi gerekir.
- Peki, bu durumda gerçeklik nedir? Bu soru bugün değil bundan yüzyıllar önce bile sorulmuş ve cevabı halen bilinemeyen bir sırdır. Elbette her bireyin gerçeklik algısı farklılık gösterebilir. Efendim? Olmaz mı öyle birşey? Yok ya! Peki, örnekleyeyim; hepimiz bir sinema salonunu doldurup aynı filmi izliyoruz. Bir kısmımız beğeniyor bir kısmımız beğenmiyor. Beğenenler filmi anlatırken “çok güzel film” derken, beğenmeyenler “gitmeye değmez, vakit kaybı” deyip kestirip atıyor. Peki gerçek hangisi? Film güzel mi değil mi? Aslında filmin güzel ya da kötü oluşu bir gerçeklik yorumlaması değil. Sanatta gerçeklik bu şekilde tanımlanamaz. Gerçek olan tek şey o salonda bir filmin gösterildiğidir. Güzel bir filmin mi yoksa kötü bir filmin mi gösterildiği tamamen kişisel zevk, ilgi ve beğenilerle ölçülebilen birşeydir. Demek ki gerçek ile görüşler karışabiliyor ve herkesin kendi gerçekliği oluşabiliyor. Konumuza dönersek, herkesin kendi gerçekliğini bulabildiği bir yapıt, başarılı olmaya bir adım daha yaklaşmış demektir.
- Murat Gülsoy Büyübozumu’nda enteresan bir noktaya daha değinmeyi de ihmal etmemiş. Bizi diğer insanlar hakkında daha fazla bilgi sahibi olmaya iten itkinin yaşamaya devam etme isteği olduğunu belirtmiş. Muazzam bir gözlem. Etrafımızdaki insanlar, nesneler ve yerler hakkında daha fazla bilgi sahibi olup, acil bir durumda en doğru kararı vermeyi isteyip, bu doğrultuda hareket etmemizden daha doğal ne olabilir, değil mi?
- Okuma eyleminin insanı daha zeki yaptığı gibi “isviçreli bilimadamı” araştırmalarını çok duymuşsunuzdur. Bunun bir nedeninin de insanın okuduğu yazıyı beyninde bir video izler gibi görsel betimlemeler ile oynatması ve beynin okuduğu yazıdaki eksik yerleri kendi içdünyası ve bakış açısı ile doldurması olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım. Yani her okur aslında okuduğu kitaba bir katkı koyuyor. Yani kendi hayalgücünü.
- Murat Gülsoy, “İyi bir edebiyat metninde hiçbir şey rastlantısal değildir. Kurmaca ürünlerde kaza olmaz.” diyerek duvarda asılı bir tüfekten bahsediliyorsa onun bir gerilim unsuru olarak mutlaka kullanılacağı (ki duvarda tüfek var demek bile çoğu yerde gerilimi verme açısından yeterlidir) gerçeğini bize tekrar hatırlatıyor. Eğer bahçede bir köpek varsa o köpek ile bir iletişimin olacağı kesin gibidir. Eğer okuduğunuz bir romanda gereksiz bazı nesneler ve sahneler anlatılıyorsa o mekanlara hikayenin ilerleyen kısımlarında tekrar uğranabileceği sonucuna varabilirsiniz. Oyunlarda da çok karşılaşılan bir durumdur bu. Özellikle macera oyunlarında bu tarz çok nesne ve mekan ile karşılaşırız.
- Murat Gülsoy, gerilimin yüksek olduğu sahnelerden, tempoyu düşüren ve okura soluk aldırıp bir önceki anı düşünmesini sağlatan tekniği “Kesme” olarak bize aktarmış. Gündelik hayatta pek yapmadığımız ama kurmaca metinler için önemli ve gerekli bir teknik olduğunun altını çizmiş.
- Bazen aklımıza çok iyi bir hikaye ya da fikir gelir. Tamamen kendi üretimimiz olduğunu sandığımız bu fikirlerin aslında başka bir yerde okuduğumuz bir metnin beynimizdeki yansıması olduğunu öğrenmemiz ile “aşırma” ya da “esinlenme” gerçeği ile yüzleşiriz. Mesela benim Oyungezer Dergisi için yazmış olduğum Sinan ve Pardesülü Adamın Tuhaf Hikayesi öyküm bu tarz bir esinlenmenin ürünüdür. Birçok bilimkurgu ve popüler kültür öğesini içinde barındırır. Buram buram esinlenme kokar. Ben bunu yazarken esinlenmenin farkındaydım ama bu yoğunlukta kullandığımı bilmiyordum. Öykü Oyungezer’de yayınlanınca gelin yorumlardan herkesin bir esinlenme hissettiğini gördüğümde insanların bu esinlenmeleri yakalamaktan hoşlandıklarını anladım. Sonuç olarak esinlenmelerin bir noktaya kadar kabul edilebileceğini ama benzerliklerin artması durumunda artık bir aşırma, kopyalama gerçeği ile yüzleşmek durumunda kalabileceğimizi bilmeliyiz.
- Eğer öykümüz dar bir zaman aralığında geçiyorsa, öykünün başında saatten bahsetmek mantıklı bir adım olabilir. Bu şekilde okuyucu dakikalar içerisinde sonuçlanacak bir hikaye beklentisi ile okumalarını yapacaklardır. Aynı şekilde dar bir mekanda geçen öykülerin mekan betimlemelerinin de önemli olduğunu atlamamalı ve öykünün başında ve genelinde mekan tasvirlerinde elimizi korkak alıştırmamalıyız.
- Kurmaca yapıtlarda bir karakterin kişiliği, geçmişi ve hayalleri hakkında bir kaç sayfa içeriside bir çok bilgiye ulaşabiliyoruz, değil mi? Yani yaklaşık dört beş dakikalık bir okuma ile bir karakteri en ince detayına kadar tanıyabiliyoruz. Gerçek hayatta böyle birşeyin olması mümkün değildir. Çünkü kurmaca tamamen hedef odaklıdır ve kurmacada amaç gerçeklik algısı yaratacak bir ortam oluşturmaktır. Ne kadar kısa ve öz biçimde bir karakteri tanıtabilirseniz, o kadar başarılı olmuşsunuz demektir.
- Polisiye edebiyat ve gerilim edebiyatının bireyin içsel korku ve gerilim merkezini tetiklediğini belirtmiş Murat Gülsoy. Yani bizim başımıza gelmesini arzulamadığımız olayların başkasının başına gelmesi durumunda yaşanacakları hem tedirginlikle hem de merak ile takip ederiz. Tabi bir de bunların kendi başımıza asla gelmemesini umarız.
- Bir hikayenin tüm detaylarının açık edilmesi ile içerisinde gizem barındırıp bu gizemlerin çözümlemelerinin okuyucunun kendi insiyatifine bırakılmasının bir yazar tercihi olduğunu söyleyebilirim. Spot ışığının hikayenin her yerine tutulmadığı, bazı yerlerin loş kaldığı durumlarda o boşlukların okuyucunun hayal gücü ile doldurulması gerekebilir. Bu metnin zayıflığından olabileceği gibi üstte belirttiğim gibi yazar tercihi de olabilir. Doğru kullanılırsa keyifli bir kurgu ortaya çıkartılabilir.
- Büyübozumu Umberto Eco’dan bir alıntı ile devam etmiş. Alıntıda, Umberto Eco’nun okuyucu ve kurmaca yapıt arasında “gerçek olmadığını biliyorum ama gerçekmiş gibi okuyacağım” şeklinde bir anlaşmanın varlığından bahsettiğini görüyoruz. Hakikaten de öyle değil midir? Bazı hikayelerde bunu kuvvetlendirebilmek için gerçek mekanlar, gerçek kişiler, tarihi figürler kullanılarak okuyucunun gerçeklik yanılsamasının arttırılması sağlanmaya çalışılır.
- Büyübozumu’ndan bir alıntı ile devam edelim: “Karakter yaratmak, belki de kurmacanın en önemli parçasıdır. Zamanın ve mekanın kullanımı, olay örgüsünün kurulma şekli, gerçekliği oluşturmaya yarayan ayrıntılar, kısacası herşey kurmacada karakterleri yaratmaya hizmet eder. Çünkü karakterler ete kemiğe bürünüp ortaya çıkmazsa anlatılan hikaye okurun zihninde canlanmaz.” Karakter yaratma konusunda başarılı olan yazarların diğerlerinden hemen sıyrılmalarının bir sebebi de budur. İyi yaratılmış bir karakter, mekanı da, olay örgüsünü de peşinden sürükleyecektir. Karakter kendisi tüm bu diğer parçaları yakınına çağırıp, hikayeyi bağlayacaktır. Bu da kurmaca yazmanın en keyifli anlarından birisidir.
- Roman ile öyküyü birbirinden ayıran çizgilerden birisi yazının uzunluğu ise diğeri de zamandır. Öyküler genelde kısa bir zaman dilimini anlatırlar. Romanlar ise daha uzun zaman dilimlerini içine alır. Öykü noktasaldır, detayla dolu değildir. Bu yüzden olaylar kısa bir süre içerisinde gerçekleşir ve biter. Elbette yazarın zamanı kısaltmak ya da uzatmak gibi teknikleri repartuvarında tuttuğunu biliyoruz. Önemli anlar uzun uzun anlatılabilir, daha az öneme sahip parçalar da hızlı bir şekilde okuyucuya anlatılıp hikayedeki görevini yerine getirebilir.
- Murat Gülsoy’un değindiği bir diğer önemli konu da hikayenin zamansal çizelgesinin yazarın gözünün önünde olmasıdır. “Hikaye ne zamandan ne zaman doğru ilerleyecek, karakterler bu zaman dilimi boyunca nerede, kiminle, ne yapıyor olacak?” gibi soruların hepsinin cevabının yazarın kafasında hazır olması gerekir. Tarihsel kurmacalarda durum daha da zordur elbette. Çok ciddi bir çalışma ve araştırma gerekir. Murat Gülsoy gibi titizlik takıntısı olan bir yazarın tarihi roman yazarken “eski İstanbul’da tramvay hangi duraklar hangi yılda devreye sokuldu?”ya kadar detaya indiğini düşününce tarihi roman yazmanın kurmacanın en zor türlerinden birisi olduğu konusunda sanırım hemfikir olabiliriz.
- Bir romanı ya da öyküyü okurken, hikayenin nereye evrileceğini, nasıl bağlanacağını ya da bir sonraki adımda ne olacağını okuyucu okumaya devam ederken beyninin bir kenarında düşünmeye başlar. Bu düşünceler enteresan bir şekilde okuma eylemi gerçekleşirken akarlar. Sürükleyici hikayeler okuyucuyu bunu düşünmeye iter. Atlanmaması gereken bir diğer nokta da hikayelerin bir sonu olduğudur. Kitap biter ve hikayeler eğer aksi bir durum yoksa tamamlanır. Gerçek hayatta ise hayat akmaya, insanlar yaşamaya devam eder. Bu da edebiyatın yarattığı gerçekliğin bittiği anlardan birisidir.
- Büyübozumu ile Murat Gülsoy anlatım kiplerini örneklerle birlikte sıralıyor. En yaygın kip olan –di’li geçmiş zamanın kullanımı da detaylı incelenmiş. Ben de genel olarak hem yazar için hem de okuyucu için –di’li geçmiş zaman kipinin en mantıklı seçenek olduğunu düşünüyorum.
- “Kitabı bitirdiğimizde ve romanın anlattıklarını ifade etmeye çalıştığımızda dilimize gelen, hikayesidir,” demiş Murat Gülsoy. Sonra devam etmiş; “Ancak kötü bir anlatıcının yapacağı şekilde, “romanda önce şu oldu, sonra şöyle br sahne girdi araya.” diye okuduğumuz sırayla olayları anlatmaya çalışırsak romanın hikayesini değil olay örgüsünü anlatmış oluruz.” Sanırım bundan daha kısa ve özet şekilde olay örgüsü ve hikayenin farkı anlatılamazdı. Not edelim. Bunu destekleyen şu örneği de eksik etmemiş Murat Gülsoy:
“Kral öldü ve sonra kraliçe öldü.” Bir hikayedir.
“Kral öldü ve sonra üzüntüsünden kraliçe de öldü.” Bu da olay örgüsüdür. Kral ve kraliçenin ölümleri arasındaki bağlantıyı nedensel ve mantıksal bir biçimde birleştirmiştir.
- Olay örgüsü ve hikaye tanımı ile birlikte öykü ve hikaye ayrımı da Murat Gülsoy’un değindiği mühim konulardan birisi. Murat Gülsoy ayrımı yapmış ve olay anlatımından söz ediyorsak “hikaye”, yazılı bir tür olarak hikayeden söz ediyorsak “öykü” denilmesi gerektiğini belirtmiş. Açıkçası bu tanımlamayı okuyana kadar ben de hikaye ve öykü ayrımında sıkıntı çekiyordum ama bu açıklama benim için son derece aydınlatıcı oldu.
- Bir hikayede yer alan olayların bize sunuluş sırası olay örgüsünü oluşturur. Olay örgüsünün anlattığı olaylar bütünü de hikayedir. Hikaye de okuyucu ile izleyicinin yaşadığı deneyimden edindiği izlenimdir. İzlediğimiz bir filmi değerlendirirken “hikayesi iyi değildi” deme sebebimiz budur. Aklımızda ilk o kalmıştır ve genel yorumumuzu bu şekilde yaparız.
- Olay örgüsü planlanırken flash back (analepsis) ya da flash forward (prolepsis) teknikleri de kullanılabilir. Bu teknikler olay örgüsüne normalden farklı bir hava katacaktır. Son dönemde özellikle sinemada çok sayıda yapımda bu tekniklerin kullanıldığını görüyoruz. Doğru kullanıldığında çok leziz sonuçlar alabilirsiniz. J.J. Abrams’ın bir dönem dünyayı kasıp kavurmuş Lost dizisi bu tekniklerin en yoğun kullanıldığı yapımlardan biridir ve dizinin olay örgüsünün içerisine ustaca yerleştirilmiştir.
- Bilmemiz gereken bir diğer unsur da yazarın olay örgüsünü oluştururken okuyucunun ihtiyacı olmayan sahneleri atlamasır. “Filmlerde neden kimse tuvalete gitmez?” gibi basit bir soru sorduğumuzda “çünkü kimse izlediği filmin on dakikasında karakterin herhangi bir anda tuvalete gitmesini izlemek istemez” şeklinde cevap verebiliriz. Bunu genele yaydığımızda, yazarların hikayeye hizmet etmeyen sahneleri atladığına sıkça şahit oluruz. “Dün ne yaptın?” diye birisi bize soru sorsa hiçbirimiz karşımızdaki kişinin bilmesine gerek duymadığımız şeyleri anlatmayız. Anlatıcı için de durum tamamen aynıdır.
- Okuyucunun zihninde dünya yaratmak istiyorsak, yarattığımız dünyayı okuyucuya detaylıca anlatmalıyız. Bunu anlatırken okuyucunun elinden tutup etrafta olan biten herşeyi ona göstermeliyiz. Bu şekilde okuyucu sanki kendi iradesi ile etrafa bakıp, gördükleri ile kendi dünyasını kendisi yaratıyormuş gibi hissedecek ve hikayenin içine daha çok girecektir.
- Benim kendi öykülerimde sıkça kullandığım bir yöntem var. Gerçek yaşamı taklit etmeye çalışırım. Bunun için de gerçek karakterlerin kurmaca hikayelerini yazarım. Elbette gerçek yaşamda giriş gelişme sonuç yoktur. Çelişkiler de romandaki gibi net değildir. Bu doğrultuda öykülerin süzgeçten geçirilip heyecan verici tarafları ayıklanmış yaşamdan birer parça olduğunu söyleyebilirim.
- Günümüz Hollywood filmlerinin gitgide birbirine benzediğini siz de düşünüyor musunuz? Bunun nedenlerinden birisi de artık olay örgülerinin birbirine çok benzeyen kalıplardan türetiliyor oluşudur. Belirli motivasyonlar kullanılarak hikayeler anlatılır. Bu formülasyonlar o kadar mükemmel işlenir ki, görsel efektler, sesler ve oyunculuk ile birleştirilip izleyicinin ilgisi çekilir. Bu motivasyonlar ve kalıplar arasında; arayış, macera, aşk, intikam, kaçış, rekabet, başarı, yükseliş gibi öğeler yer alır. Bu öğeler izleyicinin alt bilinci hedeflenerek en basit ve tetikleyici yöntemlerle sunulur. Bir nevi aşırı doz motivasyon ile izleyici etki altına alınır. Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık’ta bu konuların daha derinlerine inildiğini göreceksiniz.
- Murat Gülsoy fantastik öykü yazacaklara yol göstermeyi de ihmal etmemiş. Öyküde bir adet olağanüstü öğenin bulunması gerektiğini, geri kalan her ayrıntının gerçeklikle örtülü olmasını öğütlemiş. Her yerinden vıcık vıcık fantastik nesneler barındıran bir öykünün artık bir masal seviyesine geleceğini belirtmiş.
Böylece ikinci bölümü de tamamlamış olduk. Üçüncü ve son bölümde görüşmek üzere. İyi okumalar…
[…] ve son bölümüne hoşgeldiniz. Derlememin ilk bölümünü buraya, ikinci bölümünü de şuraya bırakmıştım. Henüz okumadıysanız üçüncü bölüme başlamadan önce mutlaka ilk iki […]