Hepimizin bildiği gibi Covid-19 hastalığına karşı tüm testlerden geçen ve aldığı onayların ardından dünya çapında uygulanmaya başlayan ilk aşı, Amerikan ilaç devi Pfizer ve Alman biyoteknoloji firması BioNTech’in ortaklığının bir ürünüydü. Tüm dünyanın kâbus gibi bir yıl geçirmesine neden Covid-19 hastalığına karşı verilen savaşın yeni neferi olan bu aşıyı salgının başladığı ilk günlerden beri bekliyorduk.

Aşının üretim bandından çıkmasının ardından kısa zamanda dünyanın birçok ülkesinde uygulanmaya başlandığına tanık olduk. %95 oranda koruyuculuk sağladığı klinik testlerle ortaya konmuş olan aşının peşinden birkaç aşının daha kısa sürede gerekli onayları alıp dağıtımına başlandı. Moderna, Oxford & AstraZeneca ve Çin aşısı olarak bilinen Sinovac ilk akla gelenler… Genel anlamda aşı üretimi konusunda haberler umut verici diyebiliriz. Ne kadar fazla sayıda firmanın aşısı onay alıp üretim bandından nakliye uçaklarına ve oradan da insanların bedenlerine enjekte edilirse, Covid-19’a karşı verdiğimiz savaşta o kadar öne geçmiş olacağız.

Covid-19 aşılarına ilişkin bu girişi yaptıktan sonra aşı konusunu uzmanlara bırakıp yavaş yavaş benim bu yazıda asıl değinmek istediğim hususa geçmek istiyorum. Bildiğiniz gibi Pfizer’in aşı çalışmalarında ortaklık yaptığı Almanya Mainz merkezli BionTech firmasının üç kurucusundan ikisi Türk. Bilim insanları Uğur Şahin ve Özlem Türeci tüm dünyaya umut olan aşılarıyla bir anda dikkatleri üzerlerine çekmeyi başardılar. Dünya çapında sayısız dergiye kapak oldular, yılın insanı seçildiler, seçilmeye devam ediyorlar. Söyledikleri sözler dikkatle takip ediliyor. Onların bu başarısıyla göğsümüz kabarıyor elbette, gurur duyuyoruz.

Uğur Şahin ve Özlem Türeci
BioNTech’in kurucuları Uğur Şahin ve Özlem Türeci Covid-19’a karşı rekor sürede geliştirdikleri aşı ile büyük bir başarıya imza attılar.

Fakat Uğur Şahin ve Özlem Türeci’nin bu şekilde göz önüne çıkmış olması Türkiye’de bazı soruların tekrardan sorulmasına ve halı altına süpürülen tatsız konuların bir kez daha tartışmaya açılmasına neden oldu. İki Türk bilim insanının biyoteknoloji alanındaki çalışmalarını Türkiye’de değil de Almanya’da yapmaları farklı yerlere çekildi. Bu tercihleri sorgulandı ve hatta kimi gruplar tarafından Türkçelerinin gerilemiş olması nedeniyle alay konusu haline getirildi. Maalesef geri kalmış ülkelerde bu tarz ”çamur at izi kalsın” ya da ”meyve veren ağaç taşlanır” yaklaşımlarına sık rastlanabiliyor. Bizim asıl yapmamız gereken körü körüne ötekileştirmek yerine, ders çıkartmak ve onları yurt dışında çalışmaya iten ana nedenleri sorgulamak olmalıdır. Bu kadar değerli insanların neden Türkiye’de değil de, Almanya’da bu araştırmaları yaptığını anlamaya çalışmalıyız.  

Biontech ve beyin göçü
BioNTech sayesinde beyin göçü problemimizi bir kez daha hatırlamış olduk. Az sonra yine unuturuz, sorun değil… Üzgünüm, bunun aşısı yok maalesef.

Asıl Probleme Odaklanmak

Eğri oturup doğru konuşalım; Türkiye bu beyinleri ülkesinde tutamamasının nedenlerini sorgulamadığı ve bunu terse çevirmeye uğraşmadığı sürece, bilimdeki son gelişmeleri ancak haber bültenlerinden takip etmeye devam eder. Uğur Şahin ve Özlem Türeci göz önündeki birer örnek. Onlar uzun zamandır yurt dışındalar. Onlar için yapacak pek bir şey yok diyebiliriz. Fakat unutmayalım ki son dönemde yurt dışına yerleşmekten başka bir çare göremeyen çok sayıda parlak beyin Türkiye’yi terk etti. Etmeye de devam ediyor.

Gerçekten incelememiz gereken, neden bu insanların tercih edeceği bir çalışma ortamını sağlayamıyor oluşumuz olmalıdır. Neden çareyi yurt dışında arıyorlar? Neden küstürüyoruz bu cevherleri? Bu daha ne kadar sürdürülebilir? Teknolojinin çok hızlı ilerlediği günümüz dünyasında geri kalmanın bedelini kim ödeyecek?

Bırakalım isteyen kendini en rahat hissettiği yerde araştırmalarını sürdürsün, insanlık için hayati öneme sahip çalışmalarına devam etsin. Biz de bu insanları ülkemize çekmek için neler yapmamız gerektiğini bilelim ve bu doğrultuda adımlar atalım ki onlar da bizi tercih etmeyi sürdürsün. İnsanları tercihlerinden dolayı eleştirmek yerine, tercih edilen olmayı sağlayalım.

İşin siyasi ve toplumsal ayaklarının farkındayız hepimiz. Fakat gün gelip de artık en basit teknoloji için bile dışa bağımlı olduğumuzu anladığımız bir anda bu tartışmaların hiçbir anlamı kalmayacak. Tren kaçmış olacak çünkü. Sorunun temeli insanların dışarıyı tercih etmesi değil, bizim onların tercih edeceği ortamı sağlayamamamız. Bu problemi kabul edelim, insanları eleştirmekten vazgeçelim ve çözüm önerilerimizle gelelim. Bir kere olsun kendi evimizin önünü temizleyelim, komşunun bahçesini eleştirmeden önce…

Mustafa Kemal Vizyonu

Bildiğiniz gibi Mustafa Kemal Atatürk, bilime inanan bir liderdi. Geleceğin bilim ve teknolojiye yapılacak yatırımda yattığını öngörebilecek bir vizyona sahipti. Sıfırdan yarattığı Türkiye’de geleceğe yatırım yapmayı ilke edinmişti. Keşke biraz daha uzun yaşasaydı da onun önderliğinde Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarındaki ivmeyi daha uzun süre devam ettirebilseydik.

Onun bilim ve teknoloji aşkından ilham alıp yazdığım Zeplin adlı ödüllü öyküm bu konudaki düşüncelerimi net ortaya koyuyor diye düşünüyorum. Arzu edenler Zeplin’i burayı tıklayarak okuyabilirler.

İstikametimizi Atatürk’ün gösterdiği yön olan bilimin ışığına doğru çevirmemiz lazım. Bilim bizden uzaklaşan değil, bize doğru gelen bir güç olmalı… Bunu sağlamayı başardığımız an, birçok sosyoekonomik sorunlarımızın çözüme kavuştuğunu göreceğiz. Diğerleri de çorap söküğü gibi gelecektir…

Bakın bir aşıdan bahsederek başladığımız yazı bir ülkenin ayağa kalkma serüvenine kadar uzandı. Her şey ne kadar da birbiriyle bağlantılı, öyle değil mi?


Beyin göçü konusundaki değerlendirmemizin ardından salgının bizleri soktuğu ruh haline değindiğim yazıya buradan, Körfez ülkelerinin Covid-19 mücadelesine değindiğim yazıya şu bağlantıdan okuyabilirsiniz.

Bir Cevap Yazın