Başlığa aldanıp geldiyseniz kusura bakmayın lütfen. Neden böyle bir başlık attığımı ben de bilmiyorum. İlgi çekmek istiyorum sanırım. Yazdıklarımın cazibesi yeterli olmayınca çocukça oyunlara başvurmaya başladım. “Seksi fotoğrafları için tıklayınız!” gazeteciliği prim getiriyor diye şansımı bir de orada denemeye karar vermişimdir belki, kim bilir. Ama beni anlayacağınızı umuyorum. Sadece, insanlar beni okusun istiyorum. Tek istediğim bu. İmrenilen yazar olayım, yazdıklarım önce elden ele, sonra dilden dile dolaşsın istiyorum… Çok mu yani bunları istemem? Hak etmiyor muyum bu ilgiyi, bu sevgiyi?
Yalancı mıyım? İnsanları mı kandırmaya çalışıyorum? Lütfen. Böyle şeyler söylemeyelim birbirimize. Bozmayalım aramızı. Sonra iyileşmesi zaman alıyor açılan yaraların. Hem daha birbirimizi tanımıyoruz bile.
Bana bir şans verseniz olmaz mı? Hazır buraya kadar gelmişsiniz en azından kısa bir süre sohbet etmek isterim sizinle. Yoksa siz de diğerleri gibi kaçar giderseniz bir daha arkanıza dahi bakmadan, çok üzülürüm. Hatta izin verin bugün akşam yemeğiniz benden olsun. Ne zaman sizi sıkarsam ya da doyduğunuzu hissederseniz bir teşekkür eder ve gidersiniz, birbirimizi bir daha hiç görmeyiz ve her şey silik bir anı olarak kalır hafızalarımızda; ne dersiniz bu teklifime? Kabul ediyor musunuz? Mükemmelsiniz! Çok teşekkür ederim anlayışınız için.
Size bir itirafta bulunabilir miyim? Çok yalnızım. Duvarlarla konuşmaktan, boş boş pencereden bakmaktan, elektrik direğinden pencere pervazına kadar birbirlerini kovalayan güvercinleri, simit satan çocukların buldukları kutu kolayı ezip top oynamalarını seyretmekten bıktım. Artık acı veriyor bu görüntüler bana. Guguklu saatin tik takları ölümü çağrıştırıyor. Durduramıyorum geçip giden zamanı. Kuruyup gittiğimi hissediyorum.
Affedin lütfen, kaba davrandım size ilk andan beri. Ne deseniz haklısınız aslında ama beni yanlış tanımanızı da istemem. Hadi yeni bir başlangıç yapalım. Ne yemek istersiniz? Ne içersiniz? Burası çok güzel bir mekandır. Sık sık gelirim. Herkes beni tanır. Bir barbun tava yaparlar, parmaklarınızı yersiniz. Tam da mevsimi. Sever misiniz? Evet mi? Harika. Yanına bir büyük açtırıyorum o zaman, içeriz aslanlar gibi. Uyar mı size de? Gözleriniz parladı bakıyorum. “Şimdi aynı dili konuşmaya başladık,” diyorsunuz içinizden biliyorum.
Mustafa! Oğlum niye bakmıyorsun bizim masaya? Görmüyor musun misafirim var!
Meze olarak ne söyleyelim, ne alırsınız? Yok olmaz öyle, bana bırakmayın kararı. Benim rutinim var elbette ama… Peki. Köpeoğlu alırım ben genelde…
Yalnız Zeki Müren ne güzel okuyor… Sever misiniz? Hadi birlikte söyleyelim:
Ahhh bu şarkıların gözüüü kööör ooolllssuuunn!
Allah be! Neşem yerine geldi yemin ediyorum. Mustafa oğlum sesi biraz aç da kulağımızın pası silinsin.
Ne diyorduk? Evet, meze. Köpeoğlu dedik. Yanına şakşuka ve deniz börülcesi alalım. Kavun ve beyaz peynir tabii söylüyorum, paylaşırız. Ortaya bol limonlu, az sirkeli mevsim salata. Kalamar tavaya ben de bayılırım. Karides güveç ister misiniz? Çok olmaz canım ne münasebet. Yavaş yavaş yeriz muhabbet ederken, gece uzun.
Yazdın mı hepsini Mustafa? Aferin sana, öğreniyorsun bu işi. Hikmet yok mu bugün? Ne işi varmış? İyi peki.
Var mı arzu ettiğiniz başka bir şey? Yok yok merak etmeyin, afiyetle yemeğimizi yiyip biraz sohbet edeceğiz alt tarafı, ne masrafı olacak canım. Çok sağ olun bana eşlik ettiğiniz için. Bir kez daha söylemek istedim. Pek misafirim olmaz genelde. Biz yazarlar böyleyizdir. Çoğu zaman içe kapanık, düşünceli ve yalnız. Tercihten değil, Allah öyle yaratmış.
Sahi siz ne iş yapıyorsunuz? Gerçekten mi? Ne güzel bir meslek. Sizleri hep kıskanmışımdır. Kader işte, bu akşam bulduk birbirimizi. Denk geleceğimiz varmış burada.
Demek benim ne tarz yazdığımı merak ettiniz. Ben kısa öyküler yazıyordum geçen yıla kadar. Sonra kendimi dev aynasında görüp romana geçmeye karar verdim. Bir boy büyük geldiğini çok geçmeden anladım tabi. Çok zorlandım, çıkmaz düşünce sokakları arasında kendime olan inancımı kaybettim. Nefesimin kesildiği günler oldu, haftalarca kâğıda süremedim elimi. Boş kağıtları buruşturup buruşturup çöp kutusuna basket atmaya çalıştım, hiçbiri de girmedi. Başarısızlığım övünebileceğim tek özelliğimdir zaten.
Belki bir gemi güvertesinde… sen beni unutmuş… Sihir gibi bir şey Zeki Müren şarkıları, katılır mısınız bana?
Sizin de benimkine benzer “yeter artık bu mesleği yapmak istemiyorum,” dediğiniz anlar oldu mu? Sonuçta sanat sadece sanat için yapılmıyor. Bir amacı olmalı sanatçının. Hayır, para kazanmak en sonda benim için. Belki de sondan bir öncekidir, tam emin olamadım şimdi.
Hay yaşa be Mustafa! Mezelerimiz ve rakımız geldi. Affedersiniz lafınızı balla kestim, Mustafa donatsın masayı kaldığınız yerden devam edin lütfen.
Kalamar nerede oğlum? Nasıl çıkmadı hala? Git bir daha bak mutfağa, misafirimin yanında beni rezil etme.
Kusura bakmayın lütfen, güzel yerdir keyifli mekandır ama pek profesyonel değildir çalışanları. İlginç bir hikayesi var bu dükkânın. Vaktimiz olursa onu da anlatırım size. Heybelili Rum bir aile açmış ilk… Aman n’apıyorum ben. Siz kaldığınız yerden devam edin lütfen. N’olur kusuruma bakmayın, ben kendi kendime konuşmaya öyle bir alışmışım ki, karşımda birinin olduğunu ve onun da konuşmak isteyebileceğini tamamen unutuyorum. Sanatçının sanatını icra etme amacını anlatıyordunuz. Ben de rakınızı doldurayım. Sek mi içersiniz? Aynen, ben de hiç sevmem. Acı geliyor öyle. Şerefinize kaldırıyorum kadehimi! İçelim, güzelleşelim.
Kavun alın. Şeker gibiymiş. Belki de gerçekten şeker koymuşlardır. Hiç güvenilmiyor bugünlerde insanlara. Şırıngalamıştır belki ahlaksızın birisi. Mustafa, kavunlar şekerli mi? Değilmiş.
Anlıyorum. İlginç bir yaklaşım. Sanat nedir diye bana sorarsanız, doğada var olan ama bizim göremediğimiz gerçekliği duyu organlarımıza uygun bir biçimde ortaya çıkarma zanaatıdır, diye cevap veririm. Notaların havada uçuştuğunu göremiyoruz ama gitarın teline vurduğunuzda notalar kulağımıza sihirli bir tını bırakıyor öyle değil mi? Notalar hep vardı ama biz eyleme geçince bize ulaşır oldu.
Edebiyatın böyle olmadığına ilişkin düşüncenize katiyen katılmıyorum. O da aynı. Daktilonun tuşlarına vurduğunuzda tek başlarına hiçbir anlamı olmayan harfler beliriyor boş bir kâğıtta. Sonra o harfler yan yana gelip kelimeleri, kelimeler cümleleri, cümleler paragrafları, paragraflar bölümleri, bölümler romanı meydana getiriyor ve Suç ve Ceza gibi, Yüzüklerin Efendisi gibi kitapları ortaya çıkartıyor. Bu eserler hep oradaydı ve yazılmayı bekliyorlardı. Birilerinin daktilonun tuşlarına basmasına ya da eline kâğıt kalem alıp yazmasına bağlıydı her şey. Tıpkı bir heykeltıraşın çıkıp kendisini sabırla oyup bir Yunan tanrısının büstüne dönüştürmesini bekleyen koca bir kaya parçası gibi. İnsana dair bir dokunuştu eksik olan.
Çok derin konular hakikaten. Karidesler şahane. Siz de beğendiniz mi? Bunu duyduğuma sevindim. Sanırım ilk andaki gerginliği bir nebze de olsa üzerimizden atabildik. İlhan İrem’in konuşamıyorum, konuşamıyorum diyerek muhabbetimize dahil olması da hoş bir rastlantı oldu. Mustafa şimdi biraz kısabilirsin sesi, az birbirimizi duyalım.
Yazmaya nasıl başladığımı mı merak ettiniz? Şu köpeoğlundan bir çatal alayım izninizle sonra da anlatayım… Off, gerçekten nefis.
Şimdi efendim, dedem yazarmış benim. Ama hiçbir eserini yayımlatmayı başaramamış, başarısız bir yazarmış. Başarısızlık bizde aile geleneği anlayacağınız. En büyük hayali yazdığı romanlarından birinin sahafların raflarında yer almasıymış. Evet evet, birden fazla kitap yazmış. Üretkenmiş kendi çapında. Devlet memuru olarak çalışmış yıllarca. Vakit buldukça da yazmış. Bir taraftan da çocuklarını okutmaya, ailesine rahat ve mutlu bir hayat sağlamaya çalışıyormuş. Tabi o devirde tüm bunları yapmak pek zor. Sürekli bir tayin, sürekli bir yeni hayat kurma telaşı yüzünden düşlerinin gerçekleşmeyeceğinin farkına varmış. Omuzları düşüp yenilgiyi kabul edince, emektar daktilosunu masadan kaldırıp çarşafa sarmış ve gardırobun üstüne, çürümeye bırakmış.
Babam bulmuş daktiloyu dedemin vefatından sonra, tüm yazdıklarının birer kopyası ile birlikte. Kendine söz vermiş bunları bastıracağım, babamın düşlerini gerçekleştireceğim, diye.
Merak ettiniz şimdi babam dedemin hayallerini gerçekleştirebilmiş mi acaba diye, değil mi? Geliyorum, az sabredin. Şerefinize bu arada. Kalamarlar da geldiğine göre barbunları atabilirsiniz Mustafa. İyi pişsin, sevdiğim gibi.
Ohhh iyi geldi rakı. İzninizle ceketimi çıkartıyorum. Sıcak bastı da biraz. İyiyiz değil mi? Güzel.
Nerede kalmıştık. Ah evet, daktiloyu bulmuştu babam. Bir hevesle kitapları bastırabileceği yayınevi aramaya başlamış. Daktiloyu da tamir ettirmiş bir güzel. Kendi de ufak ufak öyküler yazmaya başlamış. Ben de o öykülerin içerisinden çıkmışım zaten. Lafın gelişi canım, roman kahramanı değilim bildiğim kadarıyla. Yoksa öyle miyim? Belki de hepimiz öyleyiz.
Çok kibar bir gülüşünüz var, yanlış anlamazsanız söylemek istedim. Bunu size söyleyen ilk kişi olmadığıma da eminim. Rica ederim, ben gözlerimin gördüğünü söylüyorum.
Aslında hepimiz kendi romanlarımızın kahramanıyız ama o başka bir mevzu. İsterseniz hiç girmeyelim oraya. Çok uzattım affedersiniz. Toparlıyorum. Babam dedemin kitaplarını bastıracak bir yayınevi bulamamanın verdiği yılgınlıkla eve geldiği bir gün hayal kırıklığının oluşturduğu duygu yoğunluğu sonrasında oturmuş dedemin daktilosunun başına, sabaha kadar yazmış. Sonuç mu? Biziz işte. Babamın o daktiloda yazdığı öykünün kahramanlarıyız biz. O yazdıkça biz de yaşıyoruz. Benim babam sizin de babanız, Mustafa’nın da babası. Hatta tavada pişen barbunların da, çalan Zeki Müren’in de babası. Tamam Zeki Müren kısmı yanlış anlaşılmalara sebep olabilir ama anladınız siz benim ne demek istediğimi.
Nasıl böyle bir şey olabilir, değil mi? Biliyorum kabul etmesi zor ama, gerçek değiliz biz. Yazarın ve okurun hayal gücünden ibaretiz. Kimi okur beni bıyıklı, kimisi kel düşünmüş olabilir mesela. Kimisi sizi sarışın, kimisi de esmer düşlemiş olabilir. Babamın ne düşündüğünü ise bilmiyorum. Çünkü belirtmemiş namussuz. Ona namussuz demiş olmama da kızmıştır şimdi. Hoş bu lafı da o söyletiyor bana ama…
Balıklar da iyiymiş. Aferin Mustafa, tam kıvamında nar gibi kızarmışlar. Gerçi ortada balık falan yok aslında. Biz varmış gibi balığı gözümüzün önünde canlandırıyoruz, yendikten sonra tabakta geriye kalan kılçıklara takılıyor gözümüz, dibi görmüş rakı şişesine odaklanıyoruz. Mekân da pek şirin bir Bodrum balıkçısı kimine, kimine de Eminönü’ndeki bir esnaf lokantası. Artık orası okurun keyfine kalmış.
Kafanız karıştı biliyorum. Bir de iyi tarafından bakın lütfen. En azından çöp kutusunu boylayanlardan olmadık. Birilerinin gönüllerinde, akıllarında ufak da olsa bir iz bırakıp gideceğiz bu hayattan. Sanat da bunun için değil midir en nihayetinde? Bir iz bırakmak…
Evet, akşamımı varlığınız ile güzelleştirdiğiniz için size çok teşekkür ederim. Umarım memnun kalmışsınızdır. Siz de arzu ederseniz bir kez daha sizinle görüşmek isterim. Bu sefer sizden bahsederiz daha çok, olur mu?
Efendim? Türk kahvesi mi? Şimdi mi? Nerede? Evet biliyorum orayı. Memnuniyetle katılırım size. Mustafa, hesabı getir evladım.
Bu öyküm ilk olarak Aylık Öykü Seçkisi’nin Daktilo temalı Ağustos 2018 seçkisinde yer almıştı.