Önsöz
İnsanın emeklerinin ödülle taçlandırılması gerçekten harika bir duygu. Hele ki ortaya bir edebi eser çıkartıyorsanız ve okuyanların akıllarına, kalplerine dokunabiliyorsanız bunun verdiği mutluluğu hayatta az şeyden alabilirsiniz.
Öykü yazmayı ne kadar sevdiğimi okumakta olduğunuz blogum olan Düşlerden Gerçeğe sayfalarını gezen, beni az çok tanıyan insanlar bileceklerdir. Gerek Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi‘nde, gerek Ekşi Sözlük’te, gerekse de burada, sayısını dahi hatırlamadığım kadar öykü paylaştım. Hepsi de kendi yazdığım öykülerdi.
Tüm bu öykülerin peşi sıra, geçen senenin son aylarından itibaren artık öykü yarışmalarına katılmamın zamanının geldiğine karar verdim. Elbette tüm yarışmalardan dereceyle dönmeyi beklemiyordum. Amacım; havayı solumak, öykülerimin insanların gözündeki yerlerini anlamaktı.
1-2 başarısız denemenin ardından (kabul ediyorum, yolladığım öyküler en iyi öykülerim değildi), bu yıl katıldığım ilk yarışma olan 4. Yerli Bilimkurgu Yükseliyor Ödüllü Kısa Öykü Yarışması’nda, Zeplin isimli öykümle birincilik ödülünü kazandım.
Haberi alır almaz büyük bir mutluluk yaşadım. Bilimkurgu alt türü benim okumaktan ve yazmaktan büyük keyif aldığım bir tür. Bu türde yazdığım bir öykünün birinci olması benim için çok değerli.
Bu benim aldığım ilk ödül. Onun da birincilik ödülü olması müthiş oldu.
4. Yerli Bilimkurgu Yükseliyor Ödüllü Kısa Öykü Yarışması’nın teması “alternatif tarih”ti ve öyküler en fazla 1000 kelime olmak zorundaydı. Zeplin’i okurken bu sınırlamaları da hesaba katmanızın öykümden alacağınız keyfi arttıracağını düşünüyorum.
Umarım, bu ödül, yeni başarıların habercisi olur. Destek olan, okuyan herkese teşekkürlerimle…
ZEPLİN
1
Takvimler 1953 yılının Ekim ayını gösteriyordu. İstanbul’da yazdan kalma bir hava vardı. Bu güzel havayı fırsat bilen ahali parklara akın etmişti. İnce ince esen meltem İstanbulluların yüzlerini okşuyordu. Oyun oynayan çocukların neşeli kahkahaları, mangalda nar gibi kızarmakta olan etlerin iştah açan kokularına karışıyordu. Vapurların ısrarlı düdükleri, yolculara son ikazlarını vermekteydi. Yüzlerde tebessüm, ellerde martılara atılacak simitler vardı.
İstanbul’daki güzel hava tüm Türkiye’nin heyecanla beklediği 29 Ekim kutlamalarını daha keyifli bir hale getirmişti. 29 Ekim 1953, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 30. yıldönümüydü. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyet Bayramı kutlamalarının üzerinde titizlikle duruyordu. Çok sayıda üst düzey yabancı konuk, Atatürk’ün davetlisi olarak İstanbul’a gelmişti. Son on yılda Türkiye’de yaşanan teknolojik ve kültürel kalkınma, dünyanın dikkatini çekmişti. Atatürk’ün Türkiye’yi bilim ve sanat dallarında herkesin imrendiği bir konuma getirme gayesi meyvelerini veriyordu. Dünya çapında saygı gören bilim insanları çalışmalarını yapmak için Türkiye’yi seçiyorlardı. Sinema sanatına duyulan ilgi artarken, Türk sineması dünyanın dört bir yanında izleniyordu. Türkiye, kuruluşu sırasında hedeflediği muasır medeniyetler seviyesine otuz yıl gibi kısa bir sürede ulaşmayı başarmıştı.
Cumhuriyet Bayramı törenlerini izlemek için İstanbul’a gelen yabancı konuklar arasında dikkat çekici isimler vardı. Dünyanın en zengin insanlarından birisi olan dahi girişimci Ernest Monroe bu isimlerin başında geliyordu. Kurduğu şirketler ile akla sığmayacak buluşlar yapan, geleceğe ışık tutma sevdasının ateşlediği maceraperest bir kişilikti Monroe. Yeşil gözleri zekâ pırıltıları saçıyordu. Karşısındaki insanı bakışları ile etkisi altına aldığı bir sır değildi. Ticari zekâsı kuvvetli, vizyon sahibi bir girişimciydi.
Cumhuriyet Bayramı kutlamaları için geldiği İstanbul’da Atatürk ile özel bir görüşme yapmayı hedefliyordu. Dört tarafı düşmanla çevrilmiş vatan toprağını kurtarıp kısa sürede kalkındırmayı başarmış Atatürk ile nevi şahsına münhasır Ernest Monroe’nun görüşmesi çağın en zeki iki beyninin düellosu anlamına geliyordu.
2
Eğitim sisteminin bireye özel olması için bir kararname taslağı üzerine çalışmakta olan Mustafa Kemal’in Dolmabahçe Sarayı’ndaki ofisinin kapısı çalındığında güneş batmak üzereydi. Gelen yaveriydi. Önce rahatsız ettiği için özür diledi. Ardından Ernest Monroe’nun İstanbul’a vardığı haberini iletti.
Monroe sükseli girişleri ile ünlüydü. İstanbul’a gelişini de sansasyonel yapmaktan geri durmamıştı. Tasarımı kendine ait Yeni Ufuklar isimli yüz metrelik zeplinini Dolmabahçe Sarayı’nın yanı başına demirlemişti. Bunu bir gövde gösterisi olarak değil, Atatürk’ün dikkatini çekme ümidiyle yapmıştı.
“Zeplini kaldırmasını isteyelim mi efendim?” diye sordu yaver.
“Hayır, gerek yok. Onun derdi benimle,” diye yanıtladı Atatürk. İlerlemiş yaşına rağmen dinçti. Bedenini bir dönem pençeleri altına alan siroz hastalığının etkilerini üzerinden atmıştı. Düzenli spor yapıyor, fırsat buldukça Anadolu’yu karış karış gezip halkın sorunlarını dinliyordu.
“Emredersiniz efendim. Akşam yemeği için bir emriniz var mıdır?”
“Masaya ikinci bir tabak koyun. Bir rakı bardağı daha ekleyin. Bakalım Bay Monroe aslan sütüne nasıl tepki gösterecek?” dedi Atatürk. Sözlerinin sonuna küçük bir tebessüm ilave etmişti.
Mesajı alan yaver, Atatürk’e selam durduktan sonra hazırlıkları koordine etmek üzere gözden kayboldu. Mustafa Kemal yaverinin kapıyı kapatmasının ardından ayağa kalktı. Çalışma odasının balkonuna geçti. Güneşin utangaç bir genç kız gibi gözden kaybolmasını fırsat bilen rüzgâr, İstanbul’u akşam serinliğine hazırlıyordu. Atatürk sigarasını yaktı. Dolmabahçe Sarayı’nın balkonundan, büyüleyici boğazı seyretti. Bir an için gözü sarayın bahçesine demirlemiş zepline kaydı, Monroe’nun zeplinine.
3
“Gösterişli girişleri seviyorsunuz,” dedi Atatürk, masanın karşısında oturan konuğuna.
“Geldiğimi haber vermekte bir mahsur görmüyorum,” diye yanıtladı Monroe. “Sizin anlayış göstereceğinizi biliyordum.”
“Zeplininizin varlığı bugünkü kutlamalara renk katacağı için küçük şovunuzda bir sakınca görmedim. Ne de olsa kendisi artık devri geçmiş romantik bir teknolojinin son temsilcisi,” dedi ve sözlerinin ardına bir yudum rakı ekledi Atatürk.
“Neden öyle dediniz? Zeplin teknolojisinin geleceğinin parlak olmadığını mı düşünüyorsunuz?” diye sordu Monroe. Gözlerini kısıp Atatürk’ün cevabını bekledi.
“Zeplinlerin devrinin bittiğini söyleyen ben değilim. Daha hızlı hareket eden ve sayısız kez kullanılabilen uçak ve yolcu taşıyabilen roket teknolojisi üzerine eğilmemiz gerektiğini Dünya Ekonomik Forumu’nda belirten bizzat sizdiniz.”
Atatürk’ün konuşmalarını takip ediyor oluşu Monroe’nun göğsünü kabartmıştı.
“Haklısınız. Son yıllarda çok sayıda zeplin siparişi almış olsam da, gözlerimi uçak ve roket teknolojilerine diktim. Gelecek gökyüzünün üst katmanlarında. Onu oradan çekip almak istiyorum,” dedi Monroe. Hırsı gözlerinden okunuyordu.
Atatürk tabağındaki levrekten bir çatal aldı. Sonrasında mavi gözlerini Monroe’ya dikti. Bakışları Monroe’yu delip geçiyordu.
“Söylesenize Bay Monroe, sizi buraya getiren nedir? Cumhuriyet Bayramımızı kutlamak için bunca yol kat etmiş olmanıza müteşekkirim ama ziyaretinizin arkasından başka bir ajanda çıkacağından şüphem yok.”
Atatürk’ün bakışlarının etkisinden kurtulan Monroe’nun yüzüne sinsi bir gülümseme yayıldı. “Sayın Atatürk, istikbal göklerdedir sözünün sahibi sizsiniz. Benim de görüşüm aynı yönde. Bu hususta yürütebileceğimiz ortak çalışmalar hakkında fikir alışverişinde bulunmak istedim.”
Atatürk karşısındaki adamın alelade bir milyarder olmadığını gayet iyi biliyordu. Tuttuğunu koparan kararlı bir insandı Monroe. Bu görüşmeyi kafasında sayısız kez oynatmadan Atatürk’ün karşısına çıkmazdı.
“Sizi dinliyorum,” dedi Atatürk. Monroe’nun artık taleplerini açık etmesini istiyordu.
Monroe bir saniye durdu, rakı bardağını elinde döndürdü ve konuşmaya başladı:
“Ben gökyüzünün ötesini görmek istiyorum. Ay bizim için arka bahçe olmalı. Mars’ta kolonileşme fikri sadece bilimkurgu teması olarak kalmamalı. Gerçekleştirmeliyiz. Ulaşımı sesten hızlı uçaklarla, atmosferin üst katmanında giden yolcu roketleri ile sağlamalıyız. Bunlarla ilgili çalışmaları yapmam için bana araştırma imkânı ve kalifiye eleman verecek bir ülke arıyorum. Bu konudaki arzumu anlayabilecek en doğru kişi sizsiniz diye düşünüyorum. Çünkü aynı vizyonu paylaşıyoruz.”
Monroe’nun ağzındaki bakla Atatürk’ü şaşırtmamıştı. Bir süre bekledikten sonra çatalını bıraktı, dizlerinin üzerindeki beyaz peçeteyi masaya koydu ve ayağa kalktı.
“Gelin Bay Monroe, çalışma odama geçelim. Bu konularda fikrini almak istediğim bir dostumun düşüncelerini beraber dinleyelim.”
Atatürk ve Ernest Monroe çalışma odasına geçtiler. İçeriye girdiklerinde pencerenin yanında bir adam ayakta durmaktaydı. Atatürk’ü görür görmez yanına geldi ve sarıldı. Ardından Ernest Monroe’nun elini sıktı. Atatürk ikiliyi tanıştırdı:
“Bay Monroe, sizi Türkiye Cumhuriyeti Bilim ve Teknolojik Araştırmalar Kurumu başkanı ile tanıştırmama izin verin; Bay Einstein, Albert Einstein.”
4
O gece Cumhuriyet’in 30. kuruluş yıldönümü görkemli bir törenle kutlandı. İstanbul boğazı coşku dolu, rengarenk bir kalabalığa ev sahipliği yaptı.
Kutlamalar devam ederken küçük bir çocuk Kız Kulesi’ni karşısına almış gösterileri izliyordu. Ufaklık bir an için kafasını kaldırdı ve göğe baktı. Bir yıldızın kaydığını gördü. O yıldıza ulaşma hayaliyle masum bir dilek tuttu. Dileğinin gerçekleşeceğini ve uzaya çıkan ilk Türk astronotu olacağını o an için bilmiyordu. Düşlerini gerçekleştirdiğinde, Kız Kulesi’nin üzerinden kayan yıldızı ve tuttuğu dileği anımsayacaktı.
Dolmabahçe Sarayı’ndaki çalışma ofisinin ışığı o gece sabaha kadar yanacaktı.
Çok severek okudum. Ödül hakkınızmış. Kaleminize sağlık.
[…] Yeter ki o hikâyeye bir şans verip insanlara sunun. Ben yazdığım amatör öykülere gelen olumlu geri dönüşlerde bile mutluluktan pişmiş kelle gibi sırıtıyorum çoğu zaman. Tüm dünyanın konuştuğu bir […]
[…] 4. Yerli Bilimkurgu Yükseliyor Kısa Öykü Yarışması’ndan birincilik ödülüyle dönen öyküm Zeplin’i okuyabilir, George Orwell’in muhteşem distopyası 1984’e dair düşüncelerime göz atabilir, […]
4. olan hikaye buysa diğerleri ne kadar kötü hayal bile edemiyorum. Ayrıca bu hikayenin neresi bilim-kurgu tam olarak anlayamadım.
Merhabalar, bir düzeltme bir hatırlatma ile yanıt vermek isterim. Zeplin, ilgili öykü yarışmasında dördüncü değil, birinci olmuştu. Ayrıca önsözümde belirttiğim gibi bu yarışmanın teması bilimkurgu türünün bir alt türü olan alternatif tarihti. Yani geçmişte yaşanan olayları eğip bükmek gerekiyordu. Benim öykümde de bunu pekala bulabilirsiniz. Yarışmanın kuralları gereği kelime sınırı da 1000 olduğu için, farklı bir yöntem belirlemeyi uygun buldum. Öykünün sonuna geldiğinizde hiç “bitmiş” bir öykü havası almayacaksınız. Bunun sebebi okuyucunun kendi hayal gücüyle yaşanabilecekleri düşlemesini sağlamaktı. Yani, öykünün bilimkurgu öğesinin bir kısmı bu noktada biraz da sizin hayal gücünüze bırakılmış durumda.
Bu açılardan baktığınızda bir nebze dahi olsa öykümü daha tutarlı ve anlamlı bulacağınızı umuyorum. Öykümü okuyup değerli eleştirilerinizi paylaştığınız için teşekkür ederim.
[…] bu konudaki düşüncelerimi net ortaya koyuyor diye düşünüyorum. Arzu edenler Zeplin’i burayı tıklayarak […]
Çok temiz bir Türkçe, gülümseten, iç ferahlatan bir alternatif tarih. Tebrikler :)
Nazik sözleriniz için çok teşekkürler Zeycan Hanım. Öykümü beğenmenize sevindim. :)
Daha önce okumuştum, tekrar okudum, tekrar çok beğendim. Ellerine sağlık üstad. Keşke bu hikaye paralel bir evrende geçmiyor olsaydı diyor insan. Hüzünleniyor. Bir rakı da ben doldurayım bari.
Oykunuzu cok begendim, kaleminize saglik. Leziz bir anlatiminiz var. Kaba elestirilere verdiginiz oturakli ve kibar cevaplarinizi ise ayrica takdir ettim. Basarilarinizin devamini dilerim.
Öykümü okuyup görüşlerinizi ve beğeninizi paylaştığınız için çok teşekkür ederim. Bazı insanlar iletişim kurmada zorluk yaşayabiliyor. Aynı üslupla cevap vermektense doğru olduğunu düşündüğüm tarzda yanıtlar vermeye çalışıyorum. İlginiz için birkez daha teşekkür ederim.