Ekşisözlük’te Netflix Türkiye başlığında paylaştığım yazıyı kaçırmış olanlar için Düşlerden Gerçeğe’de de paylaşıyorum. Biraz beyin jimnastiği yapmaya hazır mısınız?
Günümüz insanının ne kadar fazla boş vakti olduğunu, o boş vakti doldurmak için bir şey izlemeyi geçtim, ne izleyeceğini seçmek için ve seçtiği yapımın ve servis sağlayıcısının performansını tartışmak için, o vaktini nasıl rahatça harcadığını bana göstermiş platformdur. Ufkum iki katına çıktı yemin ediyorum.
Kapitalist düzende hepimiz önüne yemek konmuş, memesine pompa bağlanmış inekleriz, gelmiş önümüze konan yemeklerin kalitesini tartışıyoruz. Büyük resim kaçıyor arada. İnsanlar artık tüketim makinesi haline gelmiş durumda. Düzenin işleyebilmesi tamamen buna bağlı. O kadar ütopik bir düzendeyiz ki, neyi tüketeceğimize, nasıl tüketeceğimize bile karar veremiyoruz.
Hatta düzen sütünü sağacak yeni insanlar arıyor, gözlerini yeni hedeflere diktiler. Devletler fakire, işsize her ay para versin ki biz de ona servis satıp sütünü sağabilelim düşüncesindeler. Bakınız: https://en.wikipedia.org/wiki/global_basic_income
Tüm etrafımız, “Beni seç”, “Hayır, beni seç”, “Onu seçme beni seç” diye dolaşan platformlarla, ürünlerle donatılmış durumda. Hangisinin bizim aklımızı çelme yöntemleri daha ileriyse (Ultra hd kalite, daha güzel kokan saçlar, animoji vs.) onu seçiyoruz. Böylece hem paramızı, hem aklımızı hem de potansiyelimizi ipotek altına aldırıyoruz. Bunu bilinçli olarak, isteyerek ve amaçlayarak yapıyoruz. Olayın garipliğine bakar mısınız?
Bizim ne izlemek isteyeceğimizi doğru tahmin etmek için algoritmalar yazılıyor. Netflix’in birincil amaçlarından birisi de o. İzlemek isteyeceğimiz şeyi önümüze koymak, böylece biz tabağımızdaki yemeği yerken o da sütümüzü sağmaya devam edebilecek. Süt olarak: Zaman, enerji, potansiyel, bilgi, akıl, zeka, para vs. vs. aklınıza ne gelirse sıralayabilirsiniz. Ne sağabilirlerse sağıyorlar…
Olay Netflix özelinde değil elbette. Netflix burada bir sistemin işleyişini tarif eden bir simge sadece.
Düşünsenize, hoşumuza giden gitmeyen bir sürü diziye başlıyoruz. Saatlerce izliyoruz. Boş vakitlerimizde “Kafamız biraz dağılsın” deyip açıyoruz hoşumuza giden bir filmi keyfimize bakıyoruz. Ertesi gün işe gidip o “keyfine baktığımız” şeyi ödeyebilmek için çalışıyoruz. Çünkü sistem bunu gerektiriyor. Keyfine bakmak istiyorsan çalışmak zorundasın. Çalış->keyfine bak->çalış->keyfine bak. başka bir şey yapmana gerek yok çünkü geri kalan her şeyi sistem senin için hallediyor. Devletler var sana güvenlik veriyor, sağlık sistemi veriyor, hukuk sistemi veriyor. Şirketler var sana daha iyi telefon veriyor, daha iyi tv veriyor, daha iyi mobilya veriyor, daha yeni diş fırçası veriyor, daha güzel kokan şampuan veriyor… Daha… daha… daha… çalış->keyfine bak->çalış…
Sistemin bir parçası olup, sistemin bastığı parayı kazanıyoruz. Kazandığımız parayı tekrar sisteme geri veriyoruz. Bu sırada hayat akıyor, bir insan olarak potansiyelimiz elimizden kayıp gidiyor. İnsanlığa ne bir nota, ne bir sözcük ne de bir anı ekleyemeden öksüz bırakıyoruz sahibi bile olamadığımız, kiralık, Netflix arşivlerimizi, Steam kütüphanelerimizi, Spotify listelerimizi… Efendim, Matrix mi dediniz? İnsan insana bunu yapmaz ama bize yapıyorlar işte.
Bazen düşünüyorum da, ineğe sorsak, o da cevap verebilse, belki halinden memnun olduğunu söyler. Yemeğini verdiğiniz sürece sütünü almanıza ses etmez. Yoksa biz de mi böyle cevap verirdik? Yoksa biz de mi bu durumdayız?
Bir Netflix’in bana düşündürdükleri bunlar…
Şimdi izninizle, para kazanmak için pazar pazar çalıştığım ofisimde, öğle aramda ne yiyeceğime, yemek yerken de ne izleyeceğime karar vereceğim. Ya da birilerinin benim önüme koyduğu seçeneklerden birini seçeceğim ve kendi seçimim olduğu illüzyonu ile tatmin olacağım. Onun gibi şeyler…
Bu arada, açıldığı günden beri Netflix üyesiyim ve evet arşivi yetersiz.
[…] Formula 1 ile ilişkim bu durumdayken Netflix’in bu adrenalin dolu sporla ile ilgili bir dizi yaptığını öğrendiğimde gerçekten […]