Kurban bayramı sırasında çıktığımız Paris ve Amsterdam tatili öncesi yaşadıklarımızı daha önce yazmıştım. Artık yolculuğa başlamanın zamanı geldi. İlk destinasyonumuz Paris. Paris’ten sonraki durağımız Amsterdam olacak. Paris sokaklarında turlamaya hazır mısınız?
Paris’e Varış
Türk Hava Yolları’nın TK1825 sefer sayılı tarifeli uçuşu ile Paris’e gitmek üzere Atatürk Havalimanı’na vardık. Ben havalimanına erken gitmeyi seven, işlemleri uçağı kaçırma stresi yaşamadan bitirmeyi isteyen birisiyim. Bu ruh halindeki bendeniz havalimanını nispeten boş bulunca hem şaşırdım hem de sevindim. Check-in işlemlerini sorunsuzca hallettikten sonra uçağın kalkış saatini beklemeye başladık. Katar’da oturumumuz olduğu için gümrükte herhangi bir yurtdışı çıkış pulu ödemesi yapmadık. Uçağımıza binip yaklaşık üç buçuk saat süren sorunsuz bir yolculuk sonrası Paris’in Charles de Gauelle Uluslararası Havalimanı‘na indik.
Uçaktan dışarıya adımımızı attığımızda havalimanı polisi pasaportlarımızı kontrol etmek üzere bekliyordu. Polis, pasaportlarımızdaki Schengen Vizesi’nin olduğu sayfadaki detaylara baktı, vizedeki fotoğrafı bize benzetip tehdit unsuru olmadığımız sonucuna vardı ve havalimanına girmemize izin verdi.
Charles de Gaulle biraz karışık bir havalimanı. Çok sevdiğimi söyleyemeyeceğim. Sanırım hem gelen yolcu hem de giden yolcunun dolaşabildiği bir duty free alanı vardı. Fazla vakit kaybetmeden orayı terk etmek istediğimiz için detayları yakalayamadım maalesef. Dediğim gibi, karışık bir yerdi Charles de Gaulle. Ülkeye giriş yapmak üzere pasaport kontrol noktasına ilerlediğimizde kontuar sayısının az olduğunu farkettim. Buna rağmen bekleme süreleri oldukça kısaydı. Hemen herkes çok hızlı bir şekilde pasaport kontrolünden geçiyordu. Sıranın bize gelmesiyle anladık ki herhangi bir elektronik kontrol yapılmıyor, pasaporta ve vizeye bakıp giriş damgası vuruluyordu. Katar’da, Türkiye’de ve hatta Tayland’da bile bilgisayar üzerinden giriş çıkışlar yapılırken Paris’te böyle bir uygulamanın olmaması garibime gitti.
Bavullarımızı beklerken havalimanından yükselen idrar kokusu açıkçası Paris’te karşılaşmayı beklemediğim bir durumdu. Havalimanında ve metroda bu gibi durumlar olabildiğinin duyumunu almıştım ama insan yaşayınca etkisini daha çok hissediyor.
Paris’te Ulaşım
Bavullarımızı sorunsuzca aldık ve bizi otelimizin olduğu Saint Germain des Prés metro durağına götürecek metro hattının girişini bulmaya koyulduk. Duvarda şöyle bir harita görmemizle de olduğumuz yerde kalakaldık:
İçimden “Paris Bey, ne yapıyorsunuz?” demek geçse de durumun mantıksızlığını düşünüp yutkunmakla yetindim. Paris metrosu tek kelimeyle “devasa”. Fransızlar, şehrin altını karınca yuvası gibi kazmış ve tüm şehri kapsayan bir metro ağı kurmayı başarmışlar. Paris metrosu bir şehrin ulaşım sorununun nasıl çözülebileceğine dair harika bir örnek. “Hub” diye tanımlayacağım büyük istasyonlar birden fazla metro hattının kesişim noktalarını oluşturuyor. Bu istasyonlarda ücretsiz aktarma yaparak çekirge gibi sıçrayabilir ve kendinizi şehrin diğer ucuna atabilirsiniz. Muazzam birşey. Metroyu tüm şehre yayarak ulaşımı aşırı pratik ve çevre dostu bir hale sokmuşlar.
Yer altını terk edip, yer üstüne çıktığınızda akan kontrollü trafiği, yayalara duyulan saygıyı, trafikten ayrılmış yürüme ve bisiklet yollarını göreceksiniz. Paris yürümeyi seven kişilerin hiçbir toplu taşıma aracına ihtiyaç duymadan doya doya gezebileceği, muazzam sokaklarında saatlerce dolaşabileceği bir şehir. Elbette toplu taşıma karayolunda da mevcut. Taksileri ve otobüsleri yolcu beklerken ya da trafiğe takılmış bir şekilde görebilirsiniz.
Hôtel Bel Ami
Paris’teki konaklamamız için Booking.com üzerinden keşfettiğimiz Hôtel Bel Ami‘yi seçmiştik. Saint Germain des Prés metro durağına çok yakın olan Hôtel Bel Ami’ye ulaşabilmek için havalimanından önce RER B, sonra da 4 numaralı metro hattını kullanmamız gerekiyordu. Bu bilgileri havalimanı içerisindeki metro istasyonundaki görevlilerden ve kısa bir süre önce master yapmak için Paris’e yerleşen baldızdan almıştık. Elde iki orta boy bavul, sırt çantaları ve ıvır zıvır dolu poşetlerimiz ile oldukça zorlu bir yolculuk bizi bekliyordu.
Aslında şehir içi yolculuğumuz gayet iyi başlamıştı, biletimizi almış (ister nakit isterseniz de kredi kartı ile alabilirsiniz. Gayet pratik biletmatikleri var) RER B’ye binmiş, ardından 4 numaralı metro hattına geçebilmek için inmemizi söyledikleri St. Michel durağında inmiştik. Ama ortada bir sorun vardı. 4 numaralı metro hattının girişini bulamamıştık. Girişi bulmaya çalışırken kendimizi metro hattından çıkmış bulunca iyice afalladık. Bir de üzerine yağmur yağmaya başlamasın mı? “Metro senin neyine?” dedim içimden… “Tekrar metroya insek bilet parası isteyeceklerdir herhalde” diye düşündük ve Mr. Google Maps’e konuyu danışmaya karar verdik. Kendisi durumu değerlendirip “15 dakika daha yürürsen varırsın otele” deyiverince tabanray sistemini kullanmaya ve Paris caddelerinde elimizde bavullarla yağmura takılmadan (bakınız: sıçana dönmek) koşturmaya başladık. Umduğumuz Paris tatili başlangıcı bu değildi elbette…
Sonunda ne olsa beğenirsiniz? Oteli bulamadık ve Katar’a geri döndük… Şaka tabi. Öyle birşey yapmış olsak şapşiklik tarihine geçerdik herhalde.
Nihayetinde Bel Ami’yi bulduk. Yürüyüş bizi yormuş olsa da otelin çevresini hızlandırılmış bir turda görmüş olduk.
Hôtel Bel Ami, Fransız mimarisinde döşenmiş, şirin ama modern bir oteldi. Otelin konumunun muazzamlığını herşeyin önünde tutmak istiyorum. Her yere yürüme mesafesindeydik, ben böyle bir otel konumu ne gördüm ne duydum. Gerçekten enfes bir lokasyonda bulunan, güleryüzlü çalışanlara sahip, amma velakin odaları benim gibi rahatına düşkün kişiler için akla ziyan derecede küçük olan ama herşeye rağmen genele vurulduğunda kaliteli bir oteldi. Paris’e bir kez daha gidecek olsam tekrar kalır mıyım? Otel müdürü söz verdi, bir dahaki gelişimde odamı upgrade edip bir büyüğünü vereceklermiş. O yüzden oyumu “bir kez daha Paris’e gidecek olursam Hôtel Bel Ami’de tekrar kalırım”dan yana kullanıyorum. O olmasa, kalmam. O ne biçim oda yahu?
Paris Çok İyi Korunmuş Bir Şehir
Odanın küçük oluşundan yükleniyorum otele ama işin gerçeği Paris’te herşey küçük. Ev küçük, oda küçük, masa küçük, sandalye küçük, küçük Allah küçük… Arkadaşım ben Katar’dan geliyorum biz de herşey XXL, bu ne rahatsızlık böyle?
Aslında tekrardan düşününce yaptıklarının o kadar da yanlış olmadığını görebilirsiniz. Hiçbir şeyi abartı yaşamamak şehrin tüm çehresinin korunmasının birincil nedeni olmuş. Tüm binalar, evler, dükkanlar doğal görüntüsünde harikulade bir şekilde korunmuş, bakımı yapılmış, boyanmış vs. vs. İnsanlar şehrin atmosferine öyle güzel adapte olmuşlar ki siz de kendinizi ister istemez Paris’in akışına kaptırmış buluyorsunuz. Paris’li gibi yaşamak istiyorsunuz. Onlar gibi kahvaltı etmek, onlar gibi kahve içmek, onların yaptığı şeyleri anlamak ve hatta onlar gibi düşünmek… Sanırım dünya üzerinde bunu hissedebileceğiniz çok az şehir vardır. Biri İstanbul, orası kesin. Bir diğeri de Paris’tir diyebilirim. Keşke biz de İstanbul’u Fransızlar’ın Paris’i koruduğu gibi koruyabilseydik. Yoğun göçe, çarpık yapılaşmaya kurban etmeseydik. İnsanın içi gidiyor gerçekten. İstanbul gerek iklimi, gerek doğası gerekse de muazzam tarihi kökleri ile Paris’i katlar, cebine koyar mendil diye kullanır ama durum günümüz dünyasında öyle değil. İşte bu yüzden Paris dünyanın en çok turist çeken şehri. Çünkü bizim İstanbul’da yapamadığımızı başarıyor.
Otel odamıza yerleşip, üstümüzü başımızı biraz toparlayıp kendimizi hemen sokağa attık. Artık akşam olmuştu ve karnımız zil çalıyordu. Oteldeki Consierge ile konuşup bir lokanta önermesini söyledik. Yakınlarda güzel bir Fransız lokantası olduğunu ve bu saatlerde rezervasyonsuz girebileceğimizi söyledi. Haritada bize yerini gösterttik ve akşam yemeğimizi yiyeceğimiz Vagenende’ye doğru yürümeye başladık.
Yaklaşık on dakikalık bir yürüyüş sonrası Saint Germain bulvarı üzerindeki Vagenende‘ye ulaştık. Hafif yağmur eşliğinde yaptığımız yürüyüş acayip keyifliydi. İçeri her girenin yaptığı gibi biz de şemsiyemizi lokantanın girişindeki vestiyere bıraktık. Şimdiden fluramı takmış gibi hissediyordum. Paris’in havasında suyunda bir entellik vardı neredeyse. Hiç anlamadığımız Fransız yemeklerinden deneme yanılma ile ortaya güzel bir öğün çıkartmayı başardık. Keyifli bir yemekti ve Paris’in hiç ucuz olmadığını anlamamız açısından da faydalıydı.
Paris sokaklarında ve Seine Nehri etrafında yürüyüşümüzü sürdürdük ve ünlü Notre Dame Katedrali‘ne ilk ziyaretimizi gerçekleştirdik. Gözümüze hoş gözüken bir yerde kahvemizi içtikten sonra otele dönüp istirahete çekildik.
Aynı Sokaktan Beş Kere Geçip Her Seferinde Farklı Haz Almak
Yukarıda da belirttiğim gibi otelin konumunun harika oluşu bize çok iyi bir hareket alanı sağlıyordu. Oteli merkez alıp her yere ulaşabiliyorduk. Ünlü Fransız croissant’larını ve kahvemizi mideye indirerek ikinci güne başladık. Metroyu kullanarak gündüz gözüyle Eiffel Kulesi‘ni, Notre Dame’ı, Montmartre köyünü ve kilisesi ve Arc de Triomphe‘u (Zafer Takı) gördük. Paris’e iyice alışmaya başlamıştık. Her yerinden sanat, her yerinden özgürlük, her yerinden hayatı keyifle yaşama duygusu akıyordu. Turist gözüyle böyle düşünmeye başlamıştık. Benim yazasım geliyordu. Kitaplar yazasım, öyküler yazasım, anlamlı anlamsız kafamdaki herşeyi yazasım geliyordu.
O gün toplamda 20 km yol yürüdük. Yürümediğimiz anlarda da metroyu kullanarak seyahat ettik. Doha’da şubeleri bulunan Fransız Lokantası Paul‘de içmeyi sevdiğimiz French Onion Soup’u (Fransız Soğan Çorbası) bir de anavatanında denemek istedik. Nerede yiyebileceğimizi seçene kadar akşam oldu ve biz kendimizi zar zor La Rotonde‘ye attık. Çorbaları söyledik. Dört kişi gidip dört farklı ana yemek sipariş etmek başarısını da gösterdik. Kimimiz tabaklarındaki yemekleri beğendi, kimimiz beğenmedi. Ben biftek istedim ve memnun kaldım. Soğan Çorbası Paul’de içmeye alıştığımız yoğun kıvamlı çorba ile kıyaslandığında fazla yağlı ve tatlı geldi. Beğenmeyenler çoğunluktaydı. Akşamı ünlü Cafê de Flores‘te kahve ve çay içerek noktaladık. Fransa’da oldukça popüler olan, yazar-çizer, ünlü simaların ziyaret ettiği bu Cafe sıcak ve keyifli bir ortam sundu. Fiyatlar normalin biraz üzerindeydi ama insanı soktuğu hava düşünülünce değerdi.
Notre Dame’ın Kulesine Çıkmadan Paris’ten Dönmeyin
Yeni güne erken merhaba deyip Notre Dame’ın kulesine çıkmak için sıraya girdik. 387 adet daracık basamaktan çıkıp Paris’i ayaklarımızın altında görmek muhteşem bir deneyimdi. Mutlaka bu tecrübeyi yaşayın ve manzaranın keyfini çıkartın.
Kuleden indik ve Luxembourg Bahçesi‘ne geçtik. İnsanların uzaktan kumandalı teknelerini gezdirdikleri yapay gölete bakan bir masa bulup güzel havanın ve parkın keyfini çıkarttık. Öğlen yemeğini le Relais de l’Entrecote‘da yedik. Paris’e gelip bunu denememek olmazdı zaten. Bilmeyenler için belirtmek gerekirse bu lokantada özel hardal aromalı bir sosta pişirilmiş antrikot et, salata ve patates kızartmasından oluşan fiks bir menü var. Babamın şans eseri fark etmesi sonucu Doha’da, The Pearl’de de şubesi olduğunu öğrenip denemiş ve beğenmiştik. Paris’te Saint Germain des Pres şubesine oturduk (Bel Ami’nin tam karşısında) ve oldukça memnun kaldık. Patates kızartmaları bir harika. Et ve sosu da lezzetli. Mutlaka deneyin. Pişman olmazsınız.
Dünyanın En Büyük Müzesi Louvre
Louvre’a ayırmaya karar verdiğimiz bu güne yol üzerinde gördüğümüz bir Cafe’den aldığımız croissant ve kahveden oluşan kahvaltımız ile başladık. Ardından kendimizi Louvre’a attık. İlk olarak dikkat edilmesi gereken konu bu müzede en az 4-5 saatinizi geçireceğiniz olmalı. Louvre dünyanın en büyük müzesi. Haikaten devasa. Hakkını tam olarak vermeniz mümkün değil. Kaçıracağınız atlayacağınız bölümler olacaktır. En çok hoşunuza gidecek eserlere odaklanın. Nintendo 3DS olarak verilen kişisel turist rehberini aldık ama açıkçası rahat edemedik. Hem tembel hem de kullanıcı dostu değildi. Sonra ondan takip etmeyi bıraktık ve kendimiz dolaşmaya ve eserlere göz atmaya başladık.
Müzeyi dolaşırken dikkatimi çeken bir nokta insanların fotoğraf çekme çılgınlığıydı. Ben de çektiğim fotoğraflar ile bu çılgınlığın bir parçasıydım ama bu kadar fotoğrafın sanal veri çöplüklerinde unutulup gideceğini düşününce içimi bir umutsuzluk kapladı. Herşeyin basitleşmesi, insanın daha az enerji harcayıp istediğini elde edebilmesi sanatçı kavramına nasıl bir etki yapıyordu? Günümüzdeki sanatçı ile Louvre’da eseri olan sanatçının karşılaştırması yapılabilir miydi? Louvre kafamda deli sorular oluşmasına neden oldu.
Turumuzu bitirip merkez lobiye geldik. Nintendo 3DS’leri bırakıp girişte bizden aldıkları ehliyetlerimizi (turist rehberini verirken sizden karşılığında bir kimlik kartı istiyorlar. Aleti alıp kaçmayasınız diye…) geri alacaktık ki bir anda müzede alarmlar çalmaya başladı. Herkesin düzenli bir şekilde müzeden çıkmasını belirten anonslar duyuldu. Bir de üzerine ortalık bir anda güvenlik gürevlisi kaynadı. Müzenin ziyaret edilen bölümlerinin büyük kapılarını kapattılar. Ne olduğuna dair hiç bir fikrimiz yoktu ama biz müzeyi terk ettikten kısa bir süre sonra tekrar ziyaretçi kabul etmeye başladılar. Muhtemelen birisi yangın alarmına bastı ve tedbir amaçlı müzeyi boşalttılar. Başka bir şey de olabilirdi elbette…
Akşam yemeğini daha önce kahve içmek için oturduğumuz Cafê de Flores de yedik. Daha yemek sonrası kahvelerimizi içiyorduk ki etrafta polisler belirmeye başladı. Biz ne olduğunu anlamaya çalışırken etrafa güvenlik şeridi çekmeye başladılar. Sonra da garson yanımıza gelip polisin acil olarak mekanı terk etmemizi istediğini söyledi. Apar topar hesabı ödeyip hemen oradan ayrıldık.
Otelimiz Cafê de Flores’e yakın bir yerdeydi o yüzden gelişmeleri takip etmek istedik. Olay mekana yapılan bir ihbar yüzünden olmuştu. Artık ne ihbarı olduğunu bilemiyorum ama yaklaşık 2 saat bölge polis kontrolündeydi ve araç trafiğine kapanmıştı. Biz Türkler maalesef terör eylemlerine alışığız ama ben Türkiye’de böyle bir güvenlik önlemi gördüğümü hatırlamıyorum. Paris polisinin en ufak bir tehditi bile oldukça ciddiye aldığını görünce hem teröre lanet ettim hem de polisin tavrından dolayı güven duydum. Olaylar olurken, Cafê de Flores’in 50 metre aşağısındaki le Relais de l’Entrecote müşterileri kuyrukta bekliyordu. Yani yaşam herşeye rağmen devam ediyordu.
Colis suspect à Saint-Germain-Des-Prés niveau café de Flore, tout le périmètre est bouclé #Paris pic.twitter.com/uZKxWwCsNZ
— S•E•R•I•E•S (@NivoStars) September 19, 2016
Bir gün içinde bu kadar aksiyon yeter deyip otelden çıkmadık ve uykuya daldık.
Amsterdam Yolcusu Kalmasın
Artık Paris tatilimizin sonuna gelmiştik. Son Fransız kahvaltımızı Paul’de yaptık ve otelden çıkışımızı gerçekleştirdik. Bizi Hollanda’nın başkenti Amsterdam’a götürecek trene binmek için Gare du Nord tren istasyonuna geçtik. Oldukça büyük bir istasyon olan Gare du Nord’da trenimizin kalkacağı peronu aramaya koyulduk. Thalys’in Amsterdam’a gidecek treninin peronunu aramaya inanıp gördüğümüz her görevliye sorarak bulduk. X-ray cihazından geçip trene doğru ilerledik. Arkamıza son bir kez baktık ve Paris’le tekrar görüşmek üzere sözleştik. Geride unutulmaz anılar ve keyifli bir tatil bırakıp kendimizi Amsterdam’a hazırlamaya başladık.