Sosyal medyada vakit geçirmenin bizi daha mutsuz, üzgün ve hatta gergin yaptığını düşünüyorum. Biraz kafa dağıtmak için girdikten sonra sinirlerimin alt üst olduğu ve ani bir hareketle telefonu koltuğa fırlattığım sayısız an geliyor aklıma. Gerek takip ettiğim kişilerin en mutlu anlarından oluşan kolajları olsun, gerek sosyal medya platformlarının algoritmalarının “bak bunu kesin seversin” diyerek karşıma çıkarttığı kullanıcıların fotoğrafları ve yorumları olsun hepsi beni tetiklemek için oradalar sanki.
Ya bu profillerin takdire şayan başarılarının ya da mutlu anlarının flaşları gözlerimi kamaştırıyor ya da lüks içinde yaşayan insanların sahip olduklarıyla beni etkilemeye çalıştıkları görüntüler süslüyor ekranımı. Bir de tabi algoritmanın endişe, öfke ve hayal kırıklığı gibi yoğun duygularımı fişeklemek ve platformda geçirdiğim zamanı arttırmak için karşıma çıkarttığı haberler ve ona yapılan yorumlar var…
İnsan farkında olmadan saatlerini sayfa kaydırmaya gömüp durduk yere barut fıçısına ya da bir başarısızlık abidesine dönebiliyor bu gibi durumlarda. Ben bunları görmek, bu duyguları hissetmek için girmemiştim sosyal medyaya aslında. Sadece dün akşamki maçın sonucuna ve önemli bir gelişme olmuş mu ona bakıp çıkacaktım. Kendimi dünyayı yöneten gizli güçlere dair üretilen komplo teorilerinin arasında ne ara buldum?
Sosyal medyanın başarı dolu profilleri
Yukarıda belirttiğim gibi, sadece arzu ettiğimiz bilgiye ulaşma hedefiyle girdiğimiz sosyal medyada kendimizi bir başarısızlık ve sorumsuzluk abidesi olarak görmemiz de son derece olası. Hele üstte takım elbise altta şort ile yapıldığı belli Linkedin paylaşımları için diyecek bir şey bulmakta çok zorlanıyorum.
Anlıyorum hepiniz çok iyi yerlerdesiniz, hepiniz kariyerlerinizin başarı basamaklarını koşar adım çıkıyorsunuz. Peki neden başarısızlıklarınızı da paylaşmıyorsunuz? Kazandığınız sertifikaları boydan boya paylaşıyorsunuz ama neden kovulduğunuz işte elinize yüzünüze bulaştırdığınız projeden hiç bahsetmiyorsunuz? Ya da katıldığınız son sertifika programının sınavından kaldığınızın haberini neden “büyük bir mutlulukla” paylaşmıyorsunuz? Siz yanıt vermeden ben söyleyeyim; çünkü başarı takdirle karşılanır ama o başarıya giden yolda yaşanan tökezlemeler kimsenin umurunda değildir, hatta öcü gibi görülür. “Sen o konuma nasıl geldin ya?” diye sorarız ve arkasında bir mucize, bir torpil, bir referans, bilemedin bir kayırma-kollama ararız.
Kimse sizin başarısızlık hikayelerinizi duymak istemez, toplum olarak başarıyı paylaşma odaklı bir yaşam süreriz. Hayatta başarı kadar başarısızlıkların da paylaşılması gerekmez mi sizce de? Ama biz tam tersine başarısızlıklarımız gizlemeye çalışırız.
Linkedin özelinde bir eleştiri yapıyor gibi görünüyorum ama bu işin sorumlusu Linkedin değil. Aynı platformun iş bulmak, bağlantı kurmak ve sektördeki ağını genişletmek isteyenler için çok değerli bir ortam olduğunu düşünüyorum. Benim burada vurgulamak istediğim nokta, profesyonel hayatta başarılar kadar başarısızlıkların da önem arz ettiği.
İş görüşmesinde karşınıza oturan İK müdürünün “şimdi bize en zayıf yönlerinizi anlatın” dediğinde aslında sizden objektif bir özeleştiri beklediğini ama genel geçer kalıplar sebebiyle sizin bu soruyu nazikçe savuşturmaya çalıştığınızı hiç düşündünüz mü? Çünkü başarısızlıklar, noksanlar ve hatalar negatif bir intiba bırakır. Sanki herkes hep başarılıymış, hep doğruyu yaparmış gibi… Aslında karşınızdaki İK çalışanı da bu durumdan rahatsız. Onun için işe alım süreçlerinde referans istemek diye bir kavram üretilmiş. Bu objektif değerlendirmeyi, başarısızlıkları ve zayıf yönleri sizden alamayacağını bilen İK, eski iş yerinizde aranızın iyi olmadığı birisini bulur ve sizin geçmişinize dair profesyonel sicil kaydınızı ister. Evet, o kimseyle paylaşmak istemediğimiz başarısızlıklarımız, hatalarımız birinci ağızdan değil en istemediğimiz üçüncü ağızdan yayılır kulaktan kulağa. Keşke açık ve net bir biçimde biz bunları karşımızdaki insanlara aktarabiliyor olsak.
Hayali bir iş ortamı
Bir an için başarılar kadar başarısızlıkların da değerli görüldüğü bir iş ortamı hayal edelim. Hatalardan dersler çıkartılıp aynı hataların tekrarlanmaması için çaba gösterildiği ve başarının sayısız başarısızlık üzerine kurulduğu bir yapı hayal edelim. Başarısızlığın teşvik edildiği ve hatta ödüllendirildiği bir dünya…
Ah bir saniye! Zaten böyle bir düzenin asırlardır işlediği bir dal var: Bilim! Evet bilim, başarısızlıklar üzerine yükselen bir daldır. Başarısızlık bilimsel bir sonuçtur ve bir değeri vardır. Ama ya plaza dünyasında? Ağır hakarettir başarısızlık.
“Özgeçmişimize şu projede fena battık ama oradan iyi ders çıkardım” yazarsak İK ne düşünür acaba bizim hakkımızda? Hemen elerler mi dersiniz? Belki hayatımızın en zor döneminde boyumuzdan büyük bir sorumluluk verilip başarısızlık dışında bir seçenek bırakılmamıştır bize. (Kötü yöneticilik 101: Bir çalışanınızın başarısız olmasını istiyorsanız ona yapabileceğinden daha fazla iş yükleyin) Ya da elimizde olmayan sayısız sebepten ötürü ve tüm özverili düzeltme çabalarımıza rağmen sonuç yine hüsran olmuştur. Yani başarısızlıktan belki de doğrudan biz sorumlu değilizdir ve edindiğimiz bu tecrübe bizi tam da görüşme gerçekleştirdiğimiz firmanın aradığı kişi yapmıştır. Ama işte, başarısızlıklarımızı gizleme huyumuz yüzünden bu tecrübeler asla tam anlamıyla gün yüzüne çıkmaz ve referanslar üzerinden oluşturulan gölge kariyer tüm iş yaşamımız boyunca bizi takip eder.
Ben de sizin kadar başarılı olabilir miyim acaba?
Linkedin’de paylaşılan başarı hikayelerini gördükçe tebessüm etmeden kendimi alamıyorum. Herkes ne kadar da takdir edilesi işler yapıyor. Keşke biraz daha başarılı olsalar.
En ufak bir başarı bile büyük bir şevkle pazarlanıyor sosyal medyada. İnsanın hissettiği mutluluğu paylaşması çok doğal bir eylem elbette. Ama bu arzu profesyonel hayatın ne kadar sahte olduğunu görebilmemizi sağlıyor bir taraftan. Keşke gerek sosyal medyada gerekse de profesyonel hayatta mutluluğun ve başarının paylaşım zorunluluğu gibi bir baskı hissetmiyor olsak. Bu basit bir haber verme girişiminin ötesinde bir eylem. Umarım anlatabilmişimdir.
Belki de konu tartışmaya bile değmeyecek bir mevzu, sadece ben abartıyorum. Belki de sosyal medyada ya da toplumsal düzende bir problem yok.
Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda? Bana katılıyor musunuz, yoksa bu düzenden memnun musunuz?
Hazır konusu açılmışken, kronik mutsuzluğumuzun kaynağını aradığım Mutsuzluğu Çağırmak başlıklı blog yazıma bir göz atmaya ne dersiniz?