Nasıl başlasam bilemiyorum. Çok erteledim bu yazıyı ama inanın haklı gerekçelerim vardı. Birincil ve en büyük neden Tutunamayanlar hakkında bir şeyler yazmaya kendimi hazır hissetmiyor oluşumdu. Tam manasıyla; ondan kaçıyordum. O ise, her zaman yaptığı gibi masamın üzerinde usulca bekliyordu. Gönüllerde fırtına kopartan, hüzün kokan yaprakları hiç ses etmiyordu. Kitaptaki sözcüklerin mahcup halleri, külçelerce altına eş değer ağırlık yapıyordu yüreğimde. Bitirilmemiş bir işti benim için Tutunamayanlar hakkında yazmak. Kaldırmaya çalıştığım, ama gücüm yetmediği için bir adım ileri götüremediğim vicdani bir yüktü.
Hayat dersi olarak aldığım bir cümleyi sizinle paylaşarak devam etmek istiyorum. Kim bilir, belki siz de benim gibi bir aydınlanma yaşarsınız.
“Hayatta, kaçmaya çalıştığınız kişi kendinizseniz, emin olun çok uzaklaşamazsınız.“
Ne kadar saklansanız da kaçınılmaz son gerçekleşiyor ve delicesine uzaklaşmaya çalıştığınız kendi iç sesiniz sizi yakalıyor, boynunuzdan tutuyor ve sırtınızı duvara yapıştırıyor. Ardından, siz zar zor nefes alırken ekliyor: “Hadi şimdi kaç da görelim?”
Kişinin asla kendine yalan söyleyememesi ve kendi gerçeklerinden kaçamaması, aslında insanoğlunun kendi aklının tutsağı olduğunu gösterir mi? Bilemiyorum. Bir cevabım yok. Herkesten kaçabilirsiniz ama aklınızı devre dışı bırakmadığınız sürece hayatta asla gerçek manada “yalnız” kalamazsınız.
Bu ve buna benzer, etrafa saçılmış düşüncelerimi toparlayıp Tutunamayanlar hakkında bir şeyler yazmaya çalıştım. Bunu gerçekten denedim. Altı aydır deniyorum. Anladım ki çok saçma bir çabaymış. İnsan anlam veremediği, bir yere oturtamadığı bir roman hakkında ne yazabilir ki? Bakın roman diyorum. Alt tarafı hayal ürünü, insan üretimi yanyana gelmiş kelimeler… İlginizi çekerse, kitabı okurken aldığım notları yazabilirim mesela. Ya da birbirine çengelli iğneyle tutturulmuş Oğuz Atay hecelerinin beni soktuğu halet-i ruhiyeyi anlatabilirim. Gelişigüzel sıralanmış eften püften sözcüklerden oluşan gerçeküstü bir kitaptan bile saçma olduğundan bahsedebilirim Tutunamayanlar’ın. Ya da hep beraber hayatın da anlam verilemez olaylarla dolu ve kestirilemez olduğundan dem vurabiliriz. Veyahut, Oğuz’umun Atay’ımın, insanın, nefes aldığı her saniye yaşadığı sonsuz sayıdaki çelişkiyi kitap yapıp ciltlettiğinden, bizi karanlık gerçeklerimizle dolu ıssız bir sokakta başıboş bıraktığını söyleyip, tartışmayı sonlandırabiliriz. Sanırım bu tanımlama benim Tutunamayanlar okuduktan sonra içine girdiğim ruh haline çok yakışacaktır.
Bu tanımdan alacağım güç ile Tutunamayanlar’a giriş kapısını artık aralayabileceğimi hissediyorum. Devam etmek için izin mi almalıyım? Kimden? Sizden mi? Öyleyse müracaat nereye? Kendimden mi? Başvuruyu gönülle mi yoksa akılla mı yapıyoruz?
Tutunamayanlar’ı okumak işte böyle zor bir süreçtir. Hayat denen, başlangıcı ve bitişi belli, gerisi çok bilinmeyenli bir denklemden ibaret yolculukta deneyimlediklerimizi, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’da yüzümüze çarptığı gibi aktarabilen çok az roman vardır. İşte bu kitabı değerli kılan da bir şey ispatlamaya çalışmaması; hayatı, var olduğu gibi, çırılçıplak, insanın ürettiği kurallardan, dilbilgisinden arınmış, çelişkileriyle, saçmalıklarıyla ve kararsızlıklarıyla aktarmasıdır.
Lafı daha fazla uzatmak istemiyorum. Sakız gibi uzatmanın da, kestirip atmanın da sonu tükenme değil mi zaten? O zaman bu tahammül niye?
Velhasılıkelam, Tutunamayanlar’ın neden Türk Edebiyatı’nın en efsanevi eserlerinden birisi olduğunu kitaptan aldığım notlar üzerinden anlamaya çalışalım. Tam altı ay sürdü bu notları almam. Çok şükür, nefret ve aşk arasında gidip gelen ilişkimi noktaladım Tutunamayanlar ile. Sayfalarını paramparça etmek ile başına özel güvenlik koyup Louvre’da sergiletmek arasında gidip geliyordum uzun bir süre. Yaşama amacı kıyıya vurup intihar etmek olan sonsuz sayıda dalganın denizin ortasında batıp çıktığı gibi…
Altını Çizdiklerim
- Ömer Madra’nın Tutunamayanlar için yazmış olduğu önsözünden: “Çünkü Oğuz Atay ne denli karamsar ve ölümle iç içe olursa olsun, her zaman biraz umudu barındırır içinde; “canım insanlar” der hep. Yani, Batıcıl aydın tipini bulamazsınız onda, soğuk, alaycı ve hepten inançsız.”
- Yine Ömer Madra’nın önsözünden: “O, ömrü boyunca hep “acele etmiş”tir; bu yüzden de hep “geç kalmış”tır. Sürekli bir panik vardır hayatında: Bir kitap okur, bir komedi seyreder, yorulur. Birileriyle birlikte olur, derdini anlatamaz, telaşlanır ve incinir. Küçük dertler, bir yerlere ödenmesi gereken paralar, bazı şeylerin tamir masrafları hiç eksik olmaz ve bu panik duygusuna katkıda bulunurlar. Ve hep acele edilir.”
- Enis Batur’un önsözüne kulak veriyoruz: “Harflerine sinen siyah ama ince alayı biraz kazıyın, herkes adına kanayan Vandal bir yürek bulursunuz orada.”
- Enis Batur’un önsözünden son alıntı: “Bizlerin korkusu, geçmişin de elimizden alınması olasılığından kaynaklanmıyor muydu?”
- Harflerin arasında arkadaşının uzun parmaklarının seçer gibi oluyor, okuduğu kelimelerle birlikte onun kalın ve boğuk sesini duyduğunu sanıyordu.
- Hayat, düşünceleri tutan bir hapishanedir.
Gerçekten öyle midir? Hayatın bize tanımladığı kalıplara sığmak zorunda olmasak, düşüncelerimiz özgürleşir miydi?
- “Kadınlarda, el ustalığı isteyen işler için, aptalca bir yarışma duygusu vardır zaten,” diye düşündü. “Erkeklerin, başka konularda, onlara, üstün ve yukardan bakarmış gibi görünen tavırlarını çekemezler, bu çeşit yarışmalarla acısını çıkarmak isterler böyle küçük görülmelerin. Bir yandan da, her şeye rağmen savunmasız ve narin olduklarını gösteren yapmacıklarını elden bırakmazlar: ‘Canım şu ipi şuraya takar mısın? Canım senin boyun yetişir – ya da sen benden kuvvetlisin.’ Yani senin bütün üstünlüklerin, basit ve hayvani temellere dayanır. Sonra, küçük bir aksama olunca: ‘Dur canım, bir de ben denesem’ sahteliği. ‘Uzun boylu hayvan! Beni kuvvetli kollarınla alıp götürdün; şimdi, bir çamaşır ipini takamıyorsun işte!’”
- Can sıkıntısı, Selim’in önemli bir derdiydi. Bir işi yapmadan önce geçirilmesi zorunlu olan zaman onu müthiş sıkardı. Turgut’un da bu konuda, kendisine yakınlık duyduğunu anlayınca hemen ‘metodlarını’ açıklamıştı: “Otobüste, evle okul arasında geçen zamanın bana nasıl bir yük olduğunu bilemezsin. Böyle zamanları, yaşanmamış zaman haline getirmemek için olmadık oyunlar icat ederdim. Kendimi kaptırmadan, belirli bir süreyi atlatabileceğimi sanmıyorum. ‘Duraklar arası maç oyunu’ da bunlardan biridir.” “Nasıl?” demişti Turgut: “Anlat.”
- Belki bizler, yani bu toprakların yetiştirdiği şu ya da bu çeşit değerler, soyutlaşmaya başladığımızı bu kadar çabuk fark etmeseydik ve bu kadar çabuk korkuya kapılmasaydık, bizlerden de büyük matematikçiler yetişir ve ansiklopedilerde taş basması resimleri çıkardı.
- Her durakta karşı takıma gol atarım, onun attığı bir golü silerim. Nasıl mı? Turgut! Yüksek matematikteki başarısızlığın yüzünden okunuyor. Canım, ilk durakta, yani bindiğim durakta on dört-sıfır yenik durumda girerim maça. Geçtiğim duraklar benim yenilgimi önce hafifletir, sonra yavaş yavaş zaman yenik düşmeye başlar bana. Üniversitede inerken, on dört-sıfır galip durumda olan benim, anlıyor musun? Zaman, hiçbir zaman kazanamaz bana karşı. Otobüs bir durağı durmadan geçerse, bu o gün olacak başka olaylar için iyi bir işarettir. Yedinci durağa kadar içimi buruk bir acı ve endişe kaplar. Sanki, daha dün, zamanı aynı biçimde yenilgiye uğratan ben değilmişim gibi içim titrer. Dalıcı bir forvet gibi saldırırım zamansporun kalesine: on üç-bir, on iki-iki, on bir-üç…
- Turgut, apartmanların arka cephelerine baktıkça, yapıların neden iki ayrı cephesi olduğunu; neden, duvara dayanan kanepelerin arkasına kötü kumaş kaplamak gibi bu ‘modern’ apartmanların da arka cephelerinin yüzsüz bir insan gibi anlamsız olduklarını ve üstlerine her zaman neden sarı badana vurulduğunu düşünürdü.
- “Bugün ne yaptın canım?” zamanı yaklaşmıştı demek. Turgut birden, günü anlatarak tekrar etmenin getireceği yorgunluğu duydu.
- Belki de Selim için üzüldüğünü, karısını bu düşüncelerle yormak istemediğini, zamanla bu yaranın kapanacağını, erkeklerin bazı yalnız sıkıntıları, evin düzenine dokunmadan zararsızca geçiştirdikleri belirsiz huzursuzlukları olduğunu açıkladı kendine.
- Puşkin’den bahsediyordu. ‘Seçme Yazılar’ı okuyordu o günlerde. Puşkin’den ve Rus yazarlarından okuduğu ilk kitaptı bu.
- Yazık ki erkekler, şımartıldıkları zaman nerede durmaları gerektiğini çoğu zaman bilemezler. Kadının, bunu hatırlatması is utanç verici bir uyarmadır onlar için.
- Hüsnü Bey de orada, varlığı gereksiz bir insan olduğunu düşünerek, kendini nereye koyacağını bilemiyordu.
- Kültür, sadece bazı isimleri hatırlamaktan ibaret değildir, deniliyordu. Kültür, bu isimleri yerli yerinde ve başka isimlerle münasebetini bilerek kullanmak demekti.
- “Fakat, Turgutçuğum; sen Dostoyevksi ile Çehov’u karıştırıyorsun, bana kalırsa.”
- Fakat, sonradan garson olmuş bir folozof ya da filozof olmuş bir garsona göre, insanlar karışık salataya benzer.
- Bana ne demişti: bir gün bu yazdıklarımızı arayacaksın; ama, yaşantınla onlardan öyle uzaklaşmış olacaksın ki, bulamıyacaksın.
- Bana henüz verilmeye başlanan terbiyem okula gitmeden bozuldu. Bütün çocuklar gibi, kötülüğünü, anlamını bilmeden küfü etmeyi öğrendim ve sebebini bilmeden dövüşmeğe başladım.
- Bu garip kitapta, bizim kılığımıza pek benzemeyen bir biçimde giydirilmiş çocuklar, boyuna birbirlerine top atıyorlardı.
Okul kitaplarında yer alan saçmalıklara bir gönderme…
- Bir de vatan denen bir şey vardı ki, çok iyi korunması gerekiyordu. Bizler, her sabah hep bir ağızdan onu özümüzden çok sevdiğimizi, ant denilen bir şey içerek haykırıyorduk.
- Bununla birlikte, birkaç gün içinde, bu işlerin pek anlaşılamayacağını, yalnız bir kısmının ezberlenip kara bir tahtanın yanında tekrar edileceğini, böylece, öğretmen denilen teyzevari yaratıkla başımın belaya girmekten kurtulacağını sezmiştim.
- İçine sığmakta güçlük çektiğim okul sıralarında büyüklerimi saymak-küçüklerimi sevmek sözünü ters söylediğim içim öğretmenin çektiği kulağımın acısını akşamki maçı düşünerek hafifletmeğe çalışırdım.
- Babamın, sonradan daha iyi farkettiğim karakterinin eşsiz bir özetiydi bu cümle: “Dur bakalım hele.” Hem kendi durur, hem de herkesi durdururdu bu cümleyle. Benim hızımı, annemin hırçın ve telaşlı atılmalarını hep bu amansız cümlesi ile keserdi: “Dur bakalım hele.” Dünya tefekkür tarihine ‘Durbakalımhelecilik’ geçmezse, babama yapılmış en büyük haksızlık olacaktır bu. Ben de belki biraz bu felsefenin tesiriyle böyle olmuşumdur.
Oğuz Atay’ın ne kadar başarılı bir hikaye anlatıcısı olduğunun ispatıdır bu paragraf.
- Sınıfta tahtaya kalktığım zaman, gene, şiirleri en iyi ben okuyordum; çünkü öğrenmiştim en çok bağıranın en iyi şiir okumuş sayıldığını.
- Canım sıkılıyor Nermin. Daha küçük sıkıntılarda sana açılsaydım, bu güçlüğü çekmezdim belki.
- Yüksek arkadaş çevrelerinde üniversite arkadaşlarından utanırdı Selim. “Seni ele vermemizden korkuyorsun,” diye saldırırlardı Selim’e kantinde.
- Ne yapmalı? Bugüne kadar sürdürdüğüm gibi, çevremdeki kişilerin davranış ve tutumlarını bilinçsiz bir aldırmazlıkla benimseyerek bu renksiz, kokusuz varlıkla yetinmeli mi; yoksa, başkalarından farklı olan, başkalarının istediğinden çok farklı, köklü bir eylem isteyen gerçek bir insan gibi bu miskin varlığı kökten değiştirmeli mi?
- Bir temel ilkeden yola çıkmak gerekirse, bu temel ilke ancak şu olabilir: Kendini çözemeyen kişi, kendi dışında hiçbir sorunu çözemez.
- İnsan ilk bakışta bu geçici çarelerin kendi buluşu olduğunu sanabilir. Oysa, örneğin, salt aklın verisi diye nitelendirilen kavramın biraz incelenmesi, bunun çoğunlukla toplumun etkisiyle elde edilen kalıplar olduğunu gösterecektir.
- Kendi sorunlarını çözemeyen bir kişinin, kusurlarının acısını başkalarına çektirmeye hakkı yoktur.
- Değerini tam bilmeyen kişi, gereksiz yakınmalarla gün geçtikçe daha da bozulur ve çürüyüp gider.
- Yola çıkmadan önce altından kalkamayacakları bir yükün altına girenler daha işin başında ezilip kaybolurlar; gerçek değerinin çok azını ortaya koyanlar da kısa zamanda tembelleşip bir işe yaramazlar.
- Kendini tanıma sorununun çözümünde, Descartes’ın bilimlerine uyguladığı kuşkuculuğu kullanabiliriz. Bütün değerlerimizi önce yok sayarak işe başlamalıyız. Kişisel değer saydığımız şeylerin, toplumun baskısıyla edinilmiş sahte nitelikler olabileceğini de hiçbir zaman akıldan çıkarmamalıyız.
- Ben, sadece namuslu olmakla öğünen kişiyi adamdan saymıyorum, toplumu iyiye, güzele götürmek için kendi gibi namuslu insanlarla birlikte bir çaba harcamamışsa, çevresindeki uygunsuz gidişe başkaldırmamışsa, o kişi namussuzdur benim için.
- Benim de hiç kimseyle olmak istemediğim anlar yok muydu? İçimden ona hak verdim; kendime yükledim suçu her zaman olduğu gibi. Birini yeni tanıyınca, nefes aldırmadan yükleniyordum üstüne.
- “Yemek ve bulaşık işlerinde titizimdir,” dedi. “Bunları bir zevk haline getirmezseniz, çok çabuk bıkarsınız.”
- Bence
Alyuvarlar, akyuvarlar, bir de alaturkadan mürekkeptir kanımız.
- Tutarlı bir tarih felsefesinin zorunlu olduğu endişesi, birçok gerçeğin, bile bile bir yana bırakılması sonucunu doğurmuştu.
Tespitin güzelliğine gelin.
- Yemekten sonra insanlarda görülen durgunluk, hafif sıkıntı, sebebi bilinmeyen vicdan azabı ve hiç yoktan kendini suçlama gibi duygulara sebep oldukları, hekimlerce ileri sürülmektedir.
Tutunamayanlar için söylüyor.
- Öldükten sonra cennete gideceği bazı yazarlarca ileri sürülmektedir. Fakat toplu, ya da tek gittikleri her yerde hadise çıkardıkları için, bunun pek mümkün olamıyacağı sanılmaktadır.
- “Önce kelime vardı,” diye başlıyor Yohanna’ya göre İncil. Kelimeden önce de Yalnızlık vardı. Ve kelimeden sonra da var olmaya devam etti Yalnızlık. Kelimenin bittiği yerde başladı; Kelime söylenemeden önce başladı. Kelimeler, Yalnızlığı unutturdu ve Yalnızlık, Kelime ile birlikte yaşadı insanın içinde. Kelimeler, Yalnızlığı anlattı ve Yalnızlığın içinde eriyip kayboldu. Yalnız Kelimeler acıyı dindirdi ve Kelimeler insanın aklına geldikçe, yalnızlık büyüdü, dayanılmaz oldu.
- Kelimeler, yalnızlığını yaşamasına da bırakmadılar onu. Her yandan kuşatıp saldırdılar. Kullandığı Kelimeler de dönüp ezdi onu, soluksuz bıraktı.
- Birden İsa göründü, hepsini dağıttı: “Hadi bakalım, herkes işine,” dedi. Birlikte havalandılar; yüksekçe bir yere çıkıp başbaşa oturdular.
- Hava kararırken İsa, izin isteyip ayrıldı; yukarıda babası bekliyormuş.
İnsanın yüzüne tebessüm kondurmuyor mu?
- Sonra Hilmi onları bara götürdü. İyi olamadık, bari kötü olalım, dediler.
- İnsan yapısındaki çelişkiler, onun ne ölümü ne de sonsuzluğa bir türlü dayanamadığını gösteriyor. Sonsuzluk da ölüm kadar ürkütücü bir gerçektir. Sonsuzluk, yalnız Allah’ın dayanabileceği bir güçlüktür.
- James Mason, her zamanki gibi, alt dişlerini, ta diş etlerine kadar göstererek karaya çıkıyor. Derdi büyük; bir türlü ölemiyor.
- Kısacası, insan, bu tarihi olayla da bir kere daha anlıyor ki bazen sonsuzluk bile Amerikan filmleri kadar sıkıcı bir şey.
- Zaten Selim de, bu miktarı ona kimin söylediğini ve bu sayının nereden aklında kaldığını bilmiyor. Tartı işleminin, bir kasaba götürülerek yapılmış olabileceğini ileri sürüyor.
Selim’in doğduğunda beş kilo sekiz yüz gram bilgisi üzerine…
- Hegel bütün olanlara gülmek mi kızmak mı gerektiğini bilemiyordu. Fakat sonunda üçüncü yolu seçti; ciddiye aldı.
- İvedicilik, toplumsal eylemin baş yağısıdır.
- Selim de, kendi çağında, birkaç kişiyi kandırabilirdi senin yolunda.
- Oysa… çıkarlarını düşünmeyenler unutulacaklardır. Her olayda bir kenara çekilenler gerçekten de bir kenarda kalacaklardır. Yaptıkları işlerin gizli kalmasını isteyenler, bunda başarıya ulaşacaklardır.
- Hayattan çıkarı olmayanların, ölümden de çıkarı olmayacaktır.
- Cennetteki muhallebicide de garson onlarla ilgilenmiyecektir.
- Sıkıntılarını kimseyle paylaşmasını bilmedikleri için, yalnız başlarına ıstırap çekeceklerdir.
- Hayattan çıkarı olmamak, hem Tanrının hem de insanların gözünde affedilmez bir suçtur.
- Aramızda hukukçu olmadığı için söz uzatılmadı, sanıkların kendilerini savunmalarına izin verilmedi. Gereği düşünüldü. Sanıkların ellerinden başarılarının alınmasına oy birliği ile karar verildi.
- Herkes istediği mesleği seçecektir. Ressam olmak isteyenler reklamcı, yazar olmak isteyenler mühendis, mimar olmak isteyenler iktisatçı, meyhaneci olmak isteyenler hukukçu, hukukçu olmak isteyenler tezgahtar, adam olmak isteyenler uşak ve dilediği gibi yaşamak isteyenler rezil olmayacaklardır.
- İnsanlar yüzünüze bakınca, sizden bir şey koparabileceklerini düşünmemeli. Ticaretin ilk şartı. Turgut, demişti, bakışlarınla insanların cesaretini kıracaksın.
- Türkün parası olunca binaya gidermiş. Başka neye gider? Aklına aynı mısra takıldı: şarkısı yarıda kaldı, aklı da karıda kaldı. Sonunda aklı da kalmadı.
- Bu Almanların her işi sağlam. Dün akşam bir Alman filmine gittim; çok kötüydü ama kopmadı.
- Etrafta sinirlenecek ne kadar çok şey var. Önce sinekler… sonra, öğle sıcağında güneş.. yakar allah deyu deyu… Bir bu eksikti, bir de mısralar takılsın aklıma.
- Garson koştu: “Bir şey mi istediniz?” Kendine geldi. Beğenmedim bu Kenan’ı. Alın götürün.
- Derler ki ruh bozuklukları insanı son derece kurnaz yaparmış. Yani deliler, bizden akıllı mı Vatson?
- Ukalalık etme Kenan? Garson, bu ne biçim Kenan?
- İkinci sınıf pastanelerde başını ellerinin arasına almakla, burnunu karıştıran garsona kızmakla hiçbir meselenin üstesinden gelemezsin.
- Hayatında ilk defa başka bir insan olma özlemini duydu. Hiç bilmediği bir içkinin susuzluğu gibi bir duygu. Değişebilmek. Kendinin bile tanıyamıyacağı yeni bir varlık olmak. Bütün canlıların olanca güçleriyle karşı koydukları bir değişim, bir başkalaşım. Korkutucu ve aynı zamanda çekici bir eğilim. Hücreler bütün güçleriyle, dış etkenlere karşı koyar ve vücuda girmek isteyen yabancı unsurları dışarı atmaya çalışırken değişebileceğini, onların bu kör inadını yenebileceğini düşünmek, insan için ne kadar zordu. Değişmek, kendine yabancılaşmak demektir. Dişimdeki küçük bir oyuğun içine giren bir yemek artığına, dilim ne kadar şiddetle saldırıyor, o küçük oyuğa giremeyeceğini bildiği halde, bütün yumuşaklığıyla kendini katı duvarlara vuruyor. Barınamazsın o kovukta yabancı, diyor. Tükürük bezleri, o küçük parçayı eritmek, boğmak için seller akıtıyor; dil, bir yılan gibi tekrar saldırıyor, küçük bir gedik bulup dalmaya çalışıyor. Boğazım yutkunuyor: büyük anaforlar yaratıp yutmak istiyor bu bilinçsiz küçük parçayı. Hepsi el birliğiyle uğraşıyorlar, kendilerini harap ediyorlar. Dilin ucu parçalanıyor, boğaz kuruyor. Amaç, canlının bütünlüğünü korumak, değişmesini önlemek. Yeni olan her şeye isyan ediyor vücut.
- Oysa, bilseydin nasıl dikkatle bakardın istasyonlara; pencereden görünen hiçbir ağacı, hiçbir gökyüzü parçasını kaçırmazdın. Bütün sularda gölgeni seyrederdin. Üstelik, daha önce haber vermiştik, derler onlar. Her şeyin bir sonu olduğunu genel olarak belirtmiştik.
- Turgutçuğum, bu güzel hayalleri, şekilleri kaybetmesin bilincin. Kurtar kendini onun baskısından. Rüyadan gerçeğe geçmenin acılarını yaşama. Ne olur Turgut uyanma sakın. Ne olur uyanma… ne olur… ne olur… silme…
- Sevmiyorum… bunu söylemeye hakkım yok. Bunu söyleyemem. İşleri karıştırmış olurum. Söküp atmalıyım bu duyguyu içimden. Doğru da değil. Anlatamadığım bir “şey” yüzünden kimseyi suçlayamam. İçimdeki düzenle ilgiliydi huzursuzluğum. Dışımdaki düzenle bir ilgisi yok. Nermin’e dış düzen mi diyorsun? Susun!
- Mobilya zevksizdir, kabadır, çeşitlidir. Farklı zamanlarda alındığı için birbirini tutmaz: bir uyuşma yoktur aralarında.
- Sandalyeler, olur olmaz yerlere serpiştirilmiştir; ama hepsi de işe yaramanın rahatlığı içinde utanmazlar hallerinden. Evde duyulan, ortalığı kirletme tedirginliği yoktur.
- Geçmiş günlere, boşuna harcanan zamanlara acıdı. Böyle çalışmaya bir yıl önce beş yıl önce başlasaydı, şimdi nerelere varmıştır. Herkese iltifat etti; sigara almaya gönderdiği adama bile, adeti olmadığı halde, bahşiş verdi.
- Gözlerini açtıktan sonra da bir süre rüyayı kafasında yaşadı: gerçeği hemen kabul edemiyordu. Gördüğü rüyaya hayalinden eklemeler yaptı: aklının gözlerinde sürdürdü rüyayı. Sonra, görüntüler bütünüyle silindi: yerini, bir rüya boyunca unuttuğu düşüncelere, meselelere bıraktı. Uyanmanın sersemliğinden yararlanan kuruntular, daha büyük bir şiddetle saldırdılar.
- Gözlerini kapadı, suyu açtı. Su sesi, hayalleri kuvvetlendirdi.
- Selim’e öyle gelirdi ki bir gün bu insanlar bir araya gelecekler
önce karşılıklı bakışıp susacaklar. Konuşacak söz bulamayacaklar. Sonra Selim’i suçlayacaklar ve dolayısıyla birbirlerini. Bu adamla nasıl arkadaşlık ettin? Bu adamla mı dostluk kurdun? Bahsetmediğin değerli arkadaşın bu muydu? Bu aptala gitmek için mi o gün bize gelmedin?
- Roman gelecek senin hakkından. Kendi silahınla gebereceksin. Selim dayanamaz, döner: ne romanı Güner? Sen mektup bile yazamazsın.
- Peki, idama giderken son sözlerin ne oluyor? Ne olacak: beni moment mahvetti. Gerçek katil odur. Yoruldum beyler. Romancı olmak ne güçmüş.
- Bütün hayatımızı yersiz çekingenliklerle mi geçireceğiz Olric? Cesareti kafamızda mı yaşayacağız?
- Söylenen sözlerin, yaşanan olaylardan önemli olduğunu Selim’de gördüm?
Bugüne kadar bize bunun tersi söylenmişti.
- Hepimiz yaşlanacağız: saçımız dökülecek, derimiz buruşacak. Kendimizi, aynada gördüğümüz ihtiyar suratımızla tanıyacağız. Fakat, Selim hep yirmi sekiz yaşında kalacak bizim için. Gençlik fotoğraflarımıza bakar gibi olacağız onu hatırladıkça. Selim hep genç kalacak.
Yaşlanma ve gençken kaybettiğimiz kişiler üzerine muazzam bir tespit.
- Oscar Wilde’ı, önemli gördüğü bütün sözlerini bir deftere yazıyordu. Sonra bu defteri temize çekiyordu. Defterin biçimini beğenmiyor, bütün yazdıklarını daha düzgün bir yazıyla başka bir deftere geçiriyordu. Durmadan Wilde’ın sözlerini tekrarlıyordu. Hepsini ezberlemişti.
- “Gerçekten bucak bucak kaçıyorum” diyordu. Birini sıkıntıda görünce çocuk gibi ortadan kaybolmak istiyorum. Korkaklıktan değil; kendimi onun yerine koymaktan.
- Rahat görünmeye çalıştığı zamanlarda bile bu görünüşünün altında kuşkulu, güvensiz ve karanlık iç dünyasının katılığı olduğunu sanıyorum.
- Fakat, kendisinde, gerçeklere karşı dalgın duran bu yanı iyi bildiği için, kimsenin aklına gelmeyen yersiz ve gerçek dışı kuşkulara kapılırdı. Öylesine söylenmiş sözlerin altında gizli anlamlar arar, kimsenin onunla ilgilenmediği bir sırada kendisiyle alay edildiği endişesine kapılarak azap çekerdi. Bir söz yüzünden gecelerce uyuyamaz, huzursuzluk içinde kıvranırdı.
- Bütün rüyalar artık birbirine karışıyor Olric. Düş ve gerçek arasındaki çizgi siliniyor.
- Yemek seçmekteki kararsızlıkların, tabaklara uzanmaktaki çekimserliğin, her duruma uygun söz bulma güçlüğünün ayrı ayrı tadına baktı.
- Öyle diyor önsöz amca. Geçer karatahtanın başına diyor, yazar bozar, uğraşır. Bütün bunları da yarı karanlıkta yapar. İstediği cümleyi bulunca da koşar, bütün ışıkları yakar.
- Dostoyevski ile Mark Twain oturuyorlar: hem acıklı hem gülünç bir roman yazıyorlar. Onun gibi. Ender rastlanan bir edebiyat olayı.
- Onları, hayalinde gülünç duruma düşürerek kendilerini beğenmelerine engel oluyormuş. Onlara kızıyordu: Bana hayatı zehir ediyorlar. Bütün yaşantımı etkileyerek benim için hayatı yaşanmaz bir cehenneme çeviriyorlar. Hepsinin yer aldığı bir roman yazacağım ve burunlarından getireceğim.
- Bütün alçak gönüllülüğüm, bütün iyiliğim, daha doğrusu iyi olduğum anlar, başarısızlığımdan ileri geliyor. Kendi kendime -eğer kendimi kaybetmemişsem- hiç olmazsa iyi olayım, tutulacak bir yanım olsun, diyorum. Başarısızlık korkusu, kötülükleri denemeye engel oluyor.
- Romancılar için bulunmaz bir okuyucuyum Esat Ağabey; derdi “Birinci sınıf okuyucu; hayır, daha ileri: lüks okuyucu. Kitaplarının böyle okunduğunu bilselerdi fakirler, kim bilir ne kadar sevinirlerdi. Durmadan yazarlardı; bir türlü ölemezlerdi.
- Hayatım, hayatımın romanıdır.
- Yazı çalışmaya gittiği yerlerden bana sayfalar dolusu mektuplar yazardı. Gülünç ve imkânsız olaylarla dolu mektuplar. Bu olayların sonu, daima “Meğer hepsi rüya imiş” şeklinde biterdi.”
- Demek diyordu Turgut, kendi kendine, bugüne kadar gereğinden fazla vermişim. Almadıkları bir sürü Turgut vermişim onlara.
- Ben de anlamamışım onları: ne onları, ne de onların beni nasıl anladığını görmemişim aslında. Verdiğimle ilgilenmişim yalnız.
- Bir çıkış yapmalısın. Hayatın içinde kaybolmamalısın. Mektubu yazmalısın. Kendini göstermelisin.
- Böyle insanları ürkütmeye gelmez; kuşku içindedirler, her harekete yüzlerce anlam verirler.
- Meseleleri, çözmek yerine küçük yalanlarla, daha uzak, belirsiz bir tarihe erteliyordu.
Hangimiz yapmıyoruz bunu?
- Dalgınlık, suskunluğu arttırıyordu.
- Önüne konan, çok sevdiği bir pastayı yemekte acele etmeyen bir çocuk gibiydi.
- Canı sıkıldığı zaman, başkalarının da canını sıkardı.
- Uzun boylu ve gösterişli bir insan izlenimi bırakmak için kazık yutmuş gibi yürürdü.
- Kendini aldatırdı, başkalarına yalan söylerdi. Yalnız kaldığı zamanlar, bazen kendini kötülerdi: fakat, bunda da başarılı olamazdı.
- İnsanların yalan söylemesi için bir gerekçe görmediğinden, onlara inanmakta güçlük çekmiyordu.
- Söylenenlere inanmadığı zaman, inanır görünmenin, insanlara ihanet etmek olduğunu düşünüyordu ve bu ihanetinin anlaşılmaması için, ortalıkta görünmemeyi tercih ediyordu.
- Kambur duruşu, dağınık saçları ve ütüsüz elbisesiyle Selim, insanı can sıkıntısı ve ümitsizliğe sürüklüyordu. İnsan ona bakınca, gerçi bir süre kendinden memnun oluyordu; fakat sonunda canı sıkılıyordu.
- Bir oyunun provaları dolayısıyla sürekli olarak birlikte bulunan bu üç kişinin arasında, yalnız Selim’in yaşadığı başka bir oyun daha oynandı. Selim’in Zeliha ile ilgilenmesi, Metin’i tahrik etti ve kızla ikinci denemeye girişti. Bu aşkın bütün ağırlığını taşımak Selim’e düştü. Bu üçlü oyunda, baştan beceriklilik göstermediği için, en kötü rol ona kalmıştı.
- Kimden utandı? Burhan’dan mı, sizden mi? Kendinden mi? Neden utandığı belli değildi. Yaşamaktan utanıyordu herhalde. Hayata karşı ayıp oluyordu. Onyüzbin şeyi birden yaşamak istiyordu. Hangisine sarılsa başkasına ayıp oluyordu. Kaç parça olabilirdi? Neden bu utançları bir yana itip yaşamaya çalışmadı?
- Şarkısı yarıda kaldı, aklı da karıda kaldı. Sebep olanların gözü kör olsun.
- Meğer bütün iş anlatamamaktaymış başımıza sen geç diyecekler senin gibi kimse kalmadı zaten nutuklarım konuşmalarım filan hepsi hazır insanlar diyeceğim ey insanlar benim hepinizden farklı olduğumu nasıl anladınız demek fen bu kadar ilerledi başka adam kalmadığı için ben her şey olacağım cumhurbaşkanı ben başbakan ben kendimi bütün bakanlar yapacağım her tarafa yetişeceğim herkesin elini tutup doğru çizgiler çizdireceğim bütün kurumları düzelteceğim tabii kimse itiraz etmeyecek itiraz dünyadan kaldırılacak
- Birden derinden ölüm temasını işleyen trompetlerin crescendoları büyük bir ümitsizlikle çırpınan Selim’in tiradı sahneyi doldurur Turgut’a baba ben artık bu evde yaşamak istemiyorum yıllardır ruhumuzu öldürdün bu evde hayatında bir roman okumadın bir sinemaya gidip heyecanlanmadın beni ve annemi bu çirkin eşyanın içine hapsettin yemekten ve uyumaktan başka bir şey düşünmedin bende bütün duygular senin bu inatçı duygusuzluğuna karşı gelişti kuru mantığınla içimizi kuruttun sana benzeyen taraflarımdan ellerimden ayaklarımdan utanıyorum ihtiyarlayınca sana benzemekten korkuyorum
- İtiraz ediyorum itiraz ediyorum sayın başkan oturuma son verilmesini talep ediyorum kimse beklediğini bulamadı bilet parasının iadesini talep ediyorum
- Beni işte sanıyorlar, beni evde sanıyorlar. Beni ne sanıyorsunuz?
- Biz burada kitaplar ve içkiler ortasında yatarken bilmediğimiz sokaklarda, içini göremediğimiz evlerde, tanımadığımız insanlar kim bilir neler hazırlıyorlar. İyi kitaplar hemen tükeniyor.
- Düşünmeyince kurtuluyorsunuz. Neyin var, düşünceli görünüyorsun. Bu sözden sakınmalı. Düşüncesiz de olma. O zaman da ne kadar düşüncesiz bir adam, derler. Düşünün, düşünün ama durup dururken düşünmeyin. İşinizde çalışırken düşünün. Ev satın alırken düşünün. Çocuklarınızın geleceğini düşünün. Yalnız, akşam evde otururken, durup dururken düşünmeyin.
- Siyah çerçeveli ciddi bir ilan: bu kitap ne ciddi kavgaların, ne büyük ve yaygın sıkıntıların, ne de ezilen insanların romanıdır; bu kitap, mustarip bir ruhun iç çekişlerinin romanıdır. Sizlere, hizmetten şeref duyan yayınevimiz iftiharla sunar: Tutunamayanlar.
- Küçük bir dükkânın önünde durdular. Sabaha kadar açık, sonra gene açık bir dükkân.
- Ferahlıyoruz. Üzülmeyin, bizim için de sıkıntılı bir haber bulunabilir.
- Modern bir benzin istasyonu: boyalı, küçük bir kadın gibi. Camlı odadan, sakalı uzamış kirli bir adam çıktı. Onu daha yenileyememişler.
- Al şu elli lirayı, diyorlar; elini alnına koy, üzgün bir ifade ile lastiğe bak. Hangi lastiğe? Ahmet efendinin indirdiği lastiğe. Lastik de patlamış rolü yapıyor bedava.
- Oysa, bazı insanlar vardır; en çamurlu yerlerden bile kolalı gömleklerini ve açık renk pantolonlarını kirletmeden çıkarlar. Böyle adamlar hayatta başarıya ulaşırlar Olric. Selim nereye tutunacağını bilemezdi. Bir eliyle çeşmenin duvarına dayanmaya çalışırken, öbür elini suya uzatır: dengesini bulamaz bir türlü. Ayakları çamura batar, dudakları suya yetişmez. Islanırız, genel kururuz: ne yapalım?
- Biliyor musun Olric, adama az kalsın gidiyordum yerine gidiyorduk diyecektim.
Bir anlığına Olric’i bir birey gibi düşünmüş
- İsteklerimiz uyuşmuyordu: çünkü ben kendi derdime düşmüştüm. Çünkü ben her ne pahasına olursa olsun kendimi korumak istiyordum. Hayvan gibi olmuştum. Tek yönlü bir sevgiydi aramızdaki. Çünkü ben, bir an sonra ne olacağımı bilmiyordum. Bir an sonraya ulaşabileceğime güvenmiyordum. Sürekli bir panik içindeydim.
- Cansız ve iç kapayıcı sonuçlar çıkıyor hesaptan: bir sürü demir, kum, çimento, çakıl. Moment adında bir kavram: ne otobüste çıkar karşınıza ne de sinemada. Kimse birbirini öldürmez moment yüzünden. Bizim sınıfta biri vardı: momente inanmıyorum diye tutturmuştu. Ben nefret ediyorum momentten: günümü zehir ediyor.
- Kusura bakmayın derim: hiçbir işi sonuna kadar götüremiyorum, başarısızlığı bile.
- Kafatasımı bir duvara çarpınca kırılıp dağılacak cam bir küre gibi hissediyorum.
- Hızlı koşamadığı için saklambaç oyunlarında sık sık ebe olmaktan kurtulamadı. Bu ebe ile onu dünyaya getiren ebe arasındaki ilişkiyi bir türlü bulamadı.
Ve Perde İniyor…
Türk Edebiyat Tarihinin bugüne kadar yazılmış en iyi romanlarından birisi olan Tutunamayanlar, kütüphanenizde mutlaka bulunması gereken eşsiz bir eserdir. Kendinize bir iyilik yapın ve bu kitabı alıp okuyun. Hayata bakışınızın değişeceğine emin olabilirsiniz.
Notlarımı, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ının İletişim Yayınları’ndan çıkan 74. baskısından alıntıladım. Kitabın 724 sayfa olduğunu hatırlatmak isterim. Sizin okuma deneyiminiz sırasında bambaşka cümlelerin altını çizeceğinize eminim.
Bu eklemelerin ardından, Tutunamayanlar ile giriştiğim kavga sırasında kalbime ve zihnime aldığım yaraları iyileştirmek üzere, kitabı kitaplığa geri yerleştirebilirim diye düşünüyorum. Bir süre ayrı kalmamız ikimiz için de en iyisi olacaktır… Öyle değil mi Olric?
İletişim Yayınları: http://www.iletisim.com.tr/kitap/tutunamayanlar/7279
Satın Almak İçin:
yıllar evvel alıp tam ortasına geldiğimde hatırlamadığım bir nedenden bıkraktığım olric karakterli roman üzgünüm. umarım tekrar görüşeceğiz ve sayın yazar yukardaki yazınızı tutunamayanlar dan önce mi sonra mı okusam
Mehmet Bey,
Mutlaka kitabı bitirdikten sonra okumanızı öneriyorum. Benim yazım kafa karışıklığı, bulanık bir akıl, Tutunamayanlar etkisiyle art arda sıralanan anlamsız sözcükler topluluğu ve kitaptan aldığım notları barındırdığı için romanı bitirdikten sonra blog yazımı okumanız daha doğru olacaktır.
[…] ile ilgili düşüncelerimi okuduktan sonra, Oğuz Atay’ın kült eseri Tutunamayanlar’ın bende bıraktığı derin etkiye dair izle…, Alper Canıgüz’ün absürt romanı Gizliajans’a dair eleştirimi okuyabilir ya da […]