İrfan Ağabey’i tanır mısınız? Tanımazsınız tabi, nereden tanıyacaksınız. Biz ona İrfan Ağabey derdik ama asıl adı Ersin’di. Peki niye İrfan Ağabey dediğimizi bana sormayın, çünkü ben de bilmiyorum. Mahallenin eskilerindendi kendisi ve ben kendimi bildim bileli İrfan Ağabey’di o. Bir keresinde babası “Oğlum Ersin sen ne işe yaramaz, ne beceriksiz bir adamsın be!” diyerek onu yolun ortasında azarlamıştı da öyle gerçek isminin Ersin olduğunu öğrenmiştik.
O İrfan Ağabey, bahçesinin oralarda top oynatmazdı bize. Toplamda kaç topumuzu kestiğini bir noktadan sonra saymayı bıraktığımız için bilmiyorduk. Uzunca sokağın ortasında yer alan müstakil iki katlı evde babasıyla birlikte oturuyordu. Annesini görmemiştik. Erkenden terk-i diyar eylemiş olsa gerekti.
Velhasılıkelam, yukarıda da belirttiğim gibi biz ne zaman futbol oynasak topumuz sürekli onun bahçesine kaçardı. İrfan Ağabey de kapı da mı beklerdi ne yapardı, top bahçesine düşer düşmez elinde ekmek bıçağı ve sigara içmekten sararmış iğrenç dişlerini gözler önüne seren pis bir gülümseme ile kapıda beliriverirdi. Tüm yalvarmalarımıza rağmen topumuzu korkunç kahkahalar eşliğinde patlatırdı. Daha sonra da üç beş parçaya ayırıp “Akıllanmadınız gittiniz lan siz. Daha çok topunuzu patlatacağım” diye tehdit eder, bizi korkutmaya çalışırdı. Uyumsuz, gıcık ve nefret edilesi bir adamdı İrfan Ağabey. “Onun gelecekte dönüşeceği bu canavar insanı anlayan annesi belki de kahrından ölmüştür” diye düşünmüyor değildik.
Çocukluğumun üzerinden yıllar geçti, okul, iş vs. derken haliyle mahalleden ve şehirden koptum. Aradan geçen onca zamanda sonra işim gereği mahallenin bulunduğu semtten geçmek durumunda kaldığım bir gün, içimde nasıl oluştuğunu bilemediğim, “Tüm çocukluğumu patlattığı toplar ile parça parça eden İrfan Ağabey hala orada mıdır acaba?” diye bir merak uyandı. Kırdım direksiyonu bizim eski sokağa. Hay ben o kararı veren aklımı ne eyleyeyim?
Baktım bizim Hacı Amca’nın bakkalı olmuş, emlakçı. Kırtasiyeci gitmiş, yerine kuru temizlemeci açılmış. Eski binalar yıkılmış, yerlerine depreme dayanıklı ama çirkinlikten kendinden utanan yenileri dikilmiş.
Ama tüm bu değişimlere inat, o huysuz İrfan Ağabey’in evi çok ilginç bir şekilde yıllar önce bıraktığım gibiydi. Sadece az biraz daha bakımsız, bir tutam daha bıkkın… Bahçe her zaman olduğu gibi leş gibiydi. Evin dış cephesindeki boyalar dökülmüş, üst kattaki balkona monte edilmiş iki çanak anten İrfan Ağabey’in kendisi gibi çevreye uyumsuz ve sorumsuz bir kirlilik yayıyordu.
Arabamdan indim ve sokağa girmeden önce gördüğüm bir marketten alelacele aldığım kırmızı renkli plastik topu, bakkalın verdiği beyaz poşetinden çıkartmadan sokağın ortasında, İrfan Ağabey’in evinin önünde sektirmeye başladım. Poşet içerisindeki plastik topun naylon poşet ile birlikte asfalta çarpmasıyla çıkan ses çocukluk anılarımda yankılanıyordu. Gören olsa (ki mutlaka olmuştur), son model arabasından inmiş takım elbiseli ve kravatlı bir plaza insanının elindeki plastik poşetteki topu sektirmesini delilik olarak görebilirdi. Hayır! Ne deliliği? Ben orada çocukluğumla hesaplaşıyordum. Kabuslarımla yüzleşiyordum.
Sektirmeyi bırakıp topu elime aldım. Poşetinden çıkarttım ve sanki tüm bunları yapan ben değilmişim de şeytan dürtmüş gibi bir suratla topu “Al bakalım,” diyerek İrfan Ağabey’in bahçesine fırlattım. Ardından da İrfan Ağabey’in çizgili pijama altı ve kirden sararmış beyaz atletinden fırlayan göğüs kılları ile ortaya çıkışını beklemeye başladım.
Tüm bunları neden yaptığımı bilmiyordum. Belki gerçekten şeytan dürtmüştü ya da aldığım terfinin kaldırdığı götüm, kontrolsüz ve mantıksız eylemlerde bulunmama neden oluyordu.
Nedeni ne olursa olsun karşılaştığım manzara oldukça ilginçti. Beklentimin tersine, İrfan Ağabey dışarı çıkmamıştı. Sokaktaki tek gürültü, benim çalışır durumda bıraktığım arabamın motorunun içerisindeki hayali atların gerçeküstü koşu bantlarında koşturmasından geliyordu. Kırmızı renkteki plastik top, otlar bürümüş bahçeye atılmış boş bir pet şişenin ve güneşten sararmış bir patates cipsi paketinin yanında, tanımadığı insanlarla dolu kalabalık bir ortama giren ve topluluk içinde tutuk hareketleri ile sırıtan insan görüntüsü veriyor, dili olsa “Birisi beni buradan çıkarsın,” diye bağıracakmış gibi görünüyordu. Ben bir kapıya, bir de İrfan Ağabey’in sık sık sigara içmek için kafasını uzattığı pencereye bakıyordum (İrfan Ağabey’in babası evde sigara içilmesine izin vermezdi. Bu yüzden o da kafasını pencereden dışarı çıkartıp sigara içerdi).
Hiçbir hareket yoktu. Acaba evde mi değildi? İrfan Ağabey’in ne işe gittiği bir gün hatırlıyordum ne de evde olmadığı bir an olduğunu… Ama aradan geçen yıllar onu değiştirmiş de olabilirdi pekâlâ. (İrfan Ağabey’i takım elbiseler içerisinde çok katlı bir ofis binasının toplantı odasında sunum yaparken canlandırıyorum da… Hayali bile imkânsız gibi gelen bir manzara…)
Bir deli cesareti ile başladığım çocukluğumun korkuları ile yüzleşme seansıma heyecan katmaya, bahçeye girmeye ve yılanı deliğinden kendim çıkartmaya karar verdim. Kararımın ardından böbreküstü bezlerimden pompalanmaya başlayan adrenalinin damarlarımda dolaştığını ve tüm vücuduma yayılmaya başladığını hayal ettim. Bir film yıldızı edası takınarak, İrfan Ağabey’in bahçesinin sokağa açılan paslı kapısının yarısı kırılmış kolunu kaldırdım ve kapıyı ittim. Kapıdan öyle iğrenç bir ses geldi ki az kalsın beni bu kararımdan vazgeçirtecekti. Pes etmedim, madem çocukluğum ile yüzleşiyordum, o zaman İrfan Ağabey’i görmeden ve ona bir çift laf etmeden buradan geri dönmeyecektim.
Bahçe içerisinde her yeri kaplamış, boyu dizime gelmiş çalıların arasından tedirgin adımlarla geçerek topun olduğu yere doğru ilerledim. Topu iki elimde tutup belimi doğrulttum. Kafamı kaldırmam ile bahçenin hemen dışında yaşlıca birinin durmuş bana baktığını fark etmem bir oldu.
“Hayırdır birader? Ne işin var orada?” diye sordu yaşlı adam.
“Topum kaçtı, onu almaya girdim,” diyerek mantıksızlığın doruklarında bir cevap verdim. Verdiğim cevabın yarattığı saçma hava ikimizin arasında askıda duruyordu. Yaşlı adamın şüpheli bakışlarının ve benim kalıbıma yakışmayan cevabımın yarattığı havayı dağıtmak yine bana düşüyordu.
“Benim çocukluğum bu mahallede geçti de. İrfan Ağabey’i görmeye gelmiştim ama yok galiba evinde,” diyerek durumu kurtarmaya çalıştım.
“İrfan diye birisi kalmıyor o evde. Deli Ersin’in evi orası,” dedi adam gözlerini pahalı olduğunu anladığı takım elbisemde gezdirirken.
“Biz İrfan Ağabey derdik ama ismi Ersin’di gerçekte. Aynı kişiden bahsediyoruz,” diye ortada garip bir durum yokmuş gibi serinkanlı bir üslup takınarak yanıt verdim yaşlı adama.
“O deyyuz artık burada oturmuyor. Geçen sene Hıdırellez kutlamaları için ateş yakan çocuklara ekmek bıçağıyla saldırınca polis çağırdı mahalleli. Polis aldı götürdü, bir daha da gören olmadı. Akıl hastanesine kapattıklarını duydum ama doğru mu bilmem.”
Yaşlı adam anlatırken olay gözlerimin önünde canlanmıştı. İrfan Ağabey elinde bıçak, çizgili pijaması ve vücudunun bir parçası olmuş atleti ile, müstakil evinin hemen bitişiğindeki boş arsanın ortasında yanan Hıdırellez ateşinin etrafında daireler çizerek çocuk kovalıyordu. Gözümün önünde canlanan tablo o kadar gerçekti ki bir an kendimi sinema salonunda film izler gibi hissetmiştim. Bir patlamış mısırım eksikti…
“Kimse yaralanmadı inşallah,” diyerek sahte ve duygudan yoksun temennimi ilettim yaşlı adama.
“Yok, bir sıkıntı olmadı. Çocukların bok yemesi. Bahçesine top atıp kaçmışlar yine. Yandaki arsaya, ateşin oraya kadar yalınayak kovalamış çocukları.”
İçimi bir gülme alıyordu ama benim bildiğim İrfan Ağabey bu kadar deli değildi. Tamam, kafadan kontaktı ama elinde bıçakla çocuk kovalamak onun yapacağı birşey değildi.
“Neden böyle oldu İrfan Ağa… aman Ersin Ağabey, biliyor musunuz? Evet toplarımızı patlatırdı ama çocuk kovaladığını hiç hatırlamıyorum,” diyerek İrfan Ağabey’in başına ne geldiğini anlatmasını sağlamaya çalıştım. İlgiliymiş gibi davranıyor, dedektifçilik oynuyordum. Kızmayın bana. Hayatta en keyif alarak yaptığımız şey değil midir bir şeyi yapıyormuş gibi davranmak, -cikcilik -cukculuk?
Yaşlı adam derin bir nefes aldı ama ciğerlerini hava yerine keder ve üzüntü ile doldurdu. Ardından bana şu trajik yanıtı verdi:
“Babasını terör eyleminde kaybetti iki sene önce. Ersin ağır yaralandı ama hayata tutundu. Bu olay çok büyük travma yarattı onda. En ufak şeye bile abartı tepki verir oldu. Mahallenin huzuru kaçtı onun bu davranışları yüzünden. Her olayda polis çağırmak zorunda kalıyorduk. Bu son Hıdırellez vukuatı bardağı taşıran son damla oldu. O günden beri de gören olmadı kendisini.”
Demek böyle pes etmişti koca İrfan Ağabey. Babasını, onu hayata bağlayan ama bir taraftan da cehennem azabı çektiren tek kişiyi kalleş bir terör saldırısında kaybedince, akli dengesini hepten yitirmişti. Hiçbir zaman mantıklı hareket eden birisi olmamıştı ama babasının ölümünün onu tamamen yıktığını anlamıştım.
O bunları anlatırken ve konuşmamız devam ederken ben hala bahçenin içerisindeydim. Kırmızı top da iki elimin arasındaydı. Bahçenin dışında bulunan yaşlı adamın gözleri bu sefer elimde döndürdüğüm topa odaklanmıştı. Kendimden ölesiye utandığım an, işte tam o andı. Ben ne yapıyordum burada? Amacım neydi? “Hay benim kalıbıma!” diyerek sessiz bir çığlık attım içimden. Buraya hava atmak için geldiğimi, tek derdimin kendi egom olduğunu fark etmiştim. O alay etmek, belki de ezmek istediğim İrfan Ağabey şimdi kim bilir nerede, ne yapıyor, ne acılar çekiyordu? Hissettiğim utancı tanımlayacak kelimeler bulamıyordum.
İçimdeki fırtınalarda alabora olmak üzere olan vicdan tekneme sakin olması talimatını verdim ve karşımdaki yaşlı amcaya çevirdim gözlerimi. İrfan Ağabey’in yaşadıklarını anlatırken bu yaşlı adamın yüzünün tanıdık geldiğini fark etmiştim. Cesaretimin, utancımdan bir adım öne çıkmasına izin verdim ve devam ettim:
“Kusura bakmayın ama siz bu mahallenin eskilerindensiniz sanırım. Simanız tanıdık geldi ama çıkartamadım bir türlü,” dedim çekinerek.
“Evlat, ben 40 yıldır bu mahalledeyim. Az ileride emlakçı var ya, hah işte orada benim bakkalım vardı. Bu açılan süpermarket zincirleri beni bitirdi, yıllar önce kapatmak zorunda kaldım ekmek teknemi.”
İşte şimdi hatırlamıştım. Karşımdaki adam Hacı Amca’ydı! Bakkal Hacı Amca! Hani gazoz simit aldığım, hani sulugöz sakızlarını mahalleye ilk getiren Hacı Amca. Ekmek arası kaşar-salam yaptırdığım, gofretlerini aşırdığım Hacı Amca. Bir an gidip elini öpmek, aşırdığım gofretler için özür dilemek, tövbe etmek istedim ama kendimi tuttum. Gururum izin vermedi. Utancımın tekrardan kontrolü ele geçirmesine istemsizce izin verdim.
Anlattıkları için teşekkür edip, yetişmem gereken bir toplantım olduğu yalanını öne sürerek, kendimden duyduğum utançla birlikte arabama doğru ilerledim. Yaşlı adam yavaş hareketlerle peşimden geldi. Arabamın açık camından kafasını uzattı ve bahçe kapısının yanına bıraktığım plastik poşeti ve içindeki topu işaret etti.
“Almayacak mısın topunu?”
“Yok amcacım kalsın. Bir çocuk alır oynar. Benden geçmiş artık.”
“Peki sen bilirsin. Bu arada hani o dükkanımdan çaldığın gofretler var ya, merak etme yıllar önce helal etmiştim sana, Tornacı Mehmet’in haylaz oğlu Onur. Babana selam söyle. Kalın sağlıcakla…”
Beni tanıdığını anladığım Hacı Amca’ya cevap verecek yüzüm olmadığından, arabayı gazlamam ve motorun içerisindeki hayali atların depara kalkmasıyla mahalleden hızla uzaklaşmam bir oldu. İlk bulduğum gölgelik yere park ettim ve dakikalarca ağladım… Ağlarken, az ilerideki ağacın altında kaldırıma oturmuş çocukluğumun benden duyduğu hayal kırıklığını görebiliyordum…
Ufuk Yasin Yurtbil
Not: Bu öyküm ilk olarak Aylık Öykü Seçkisi’nin Mayıs 2017 sayısında yayımlanmıştır.