Dile kolay, bugün itibariyle 1945’te sona eren İkinci Dünya Savaşı‘nın üzerinden tam yetmiş bir yıl geçmiş. O tarihlerde dünya atom bombası gerçeği ile tanışmış ve insanlık tabiatı kendi elleri ile çok kısa sürede yok edebilecek bir güce ulaşmıştı. 1950’li yıllardan itibaren teknoloji inanılmaz bir hızla ilerlemeye başlamış ve dünyanın önde gelen ülkeleri önlenemez bir nükleer silahlanma gerçekleştirmişti. Kapitalizmin güçlenmesi ile devletlerden daha güçlü uluslararası firmaların dünya üzerinde söz sahibi olmaya, ona yön vermeye başlama süreci ateşlenmişti.
2016 yılına baktığımızda dünyanın dört bir yanında şok edici terör olayları ve gerginlikler yaşandığını görüyoruz. Bir kısmı kendimizi en güvenli hissettiğimiz yerlerde oluyor ya da bir şekilde dikkatimizi çekiyor, bir kısmını ise günlük rutinlerimizde karşılaşmadığımız için görmüyoruz bile. Tüm insanlığın amansız bir akıl tutulması girdabına kapılmış gibi davrandığını fark ediyoruz. Kapitalizmin güçlenmesi ve teknoloji devrimlerinin etkisiyle bilgiye kolayca ulaşılabildiğine şahit oluyoruz. Bu doğrultuda bilgiyi ve gücü elinde tutanın onu kendi çıkarları için kullanmaya başlaması ile toplumların şekillendirilmesinin önünün açıldığını anlayabiliyoruz. Bu yeni dünya düzeni sayesinde çıkar gözeten güçlerin sırf kendi menfaatleri için suçsuz ve savunmasız insanları ve toplumları acımazsızca hedef alabileceğini üzülerek görüyoruz. Bu durumun dünyayı götüreceği nokta birleşmeden çok ayrışma yönünde olacaktır. En ufak şeye tahammülsüz insanlarla dolu, aşırı uçlarda yaşamayı seçen insanların çoğunluğu oluşturduğu toplumları görmeye alışmamız gerekecek. Dünya, Üçüncü Dünya Savaşı’na koşar adım giderken, yeniden dağıtılması istenen kartlar olası bir nükleer savaş durumunda insanlığın sonu dahi olabilir. Hollywood filmlerinde sıkça gördüğümüz gibi bir manyağın denizaltıdaki bir tuşa basması kadar yakınız buna.
Türkiye yeni dünya düzeninde üstte saydığım tüm bu sıkıntıları hem içten hem dıştan en derin şekilde yaşamaktadır. Doğal kaynaklara yani güce sahip olmanın birincil stratejik öneme sahip olduğu günümüz gerçeklerinde güneyi, kuzeyi ve doğusu dünya devlerinin ilgi alanları ile çevrili olan Türkiye’nin bu yıpratıcı gelişmelerden etkilenmemesi imkansızdı. Batımızda her ne olursa olsun büyük bir güç olan Avrupa Birliği’nin çeşitli konularda kendini sorgulamaya başlaması Türkiye’nin sıkıntılarına bir yenisini daha eklemiş durumdadır.
Güç odaklarının dönem dönem Türkiye üzerinde yapmaya çalıştıkları toplum mühendisliği ile din, ırk, siyasi görüş gibi insanların temel hak ve özgürlüklerine dokunan konularda karışıklık yaratmaya çalışmalarını artık daha sık görür olduk. Taşeron terör örgütleri ile en güvenilir ülkeler bile tehdit ve baskı altında tutulmaya çalışılmaktadır. Ormandan şehre inen büyük bir canavarın ayak izleridir bunlar. Peki Türkiye’nin bu kadar karışık bir ortamdan etkilenmemesi mümkün müdür? Yüz yıllık demokrasisi ile İslam aleminde bir örnek olan Türkiye gibi bir ülkede sürekli istikrar nasıl sağlanır? Eğer Atatürk ilke ve inkılaplarına sıkı sıkıya bağlı kalır, düşmanımızı, dostumuzu iyi tanır ve çoğulcu demokrasiden asla taviz vermezsek bunu yapabiliriz. Bunu gerçekleştirecebilecek nüfusa, akla ve yetiye sahibiz. Bunun gerçekleşmesini istemeyen güçler kendi çıkarları için üstte saydığım toplum mühendislikleri ile bizi birbirimize düşürmeye çalışacaklardır. Kendilerini zafere götürecek en temiz yöntem bu olacaktır. Asla imkan vermememiz gereken bu durumu, içimizdeki çıkar beklentisi içindeki güç sahibi kişileri kullanarak yapmayı deneyeceklerdir. Hepimizi derinden yaralayan 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsünü bu bağlamda değerlendirmek pekala mümkündür. Bu gibi anti demokratik, kabul edilemez uygulamalara asla taviz verilmemeli ve milletçe birliğimizi geliştirerek daha sıkı korumalıyız. Eğer ayrışırsak, kutuplaşırsak, kaybederiz.
Tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olarak, demokratik sosyal hukuk devleti bireyleri olarak birleşmeye, birbirimizi anlamaya, saygı göstermeye ve birbirimizi sevmeye ihtiyacımız var. Farklı yanlarımıza değil, ortak yanlarımza odaklanmaya ihtiyacımız var. Eleştiriye değil, özeleştiriye ihtiyacımız var. Kıskanmaya değil, gurur duymaya ihtiyacımız var. Küfretmeye değil, övmeye ihtiyacımız var. Tartışmaya değil, anlaşmaya ihtiyacımız var. Bunları yapmaya başlarsak geleceğin daha aydınlık görüneceğini ve darbe gibi ortaçağ uygulamalarının asla tekrarlanmamasını ve demokrasimizin muasır medeniyetler seviyesine çıkmasını sağlamış olacağımızı göreceğiz. Türkiye’nin geleceğinden umutsuz değilim. Her türlü sıkıntıyı aşabileceğimizi düşünüyorum ama dünyanın gitmekte olduğu nokta beni kara kara düşündürüyor. Her daim güçlü ve dirayetli Türkiye’ye hiç olmadığı kadar ihtiyacımız var. En çok da içinde yaşadığımız Dünya’nın ihtiyacı var…