Uzakdoğu tatilimizin ilk ayağı olan Phuket’te yaşadıklarımıza buradan, ikinci destinasyonumuz olan Bangkok maceramıza ait detaylara da şuradan ulaşabilirsiniz. Hala okumaya devam ettiğinize göre iki yazıyı da yalayıp yuttuğunuz kabulüyle artık Tayland’dan Hong Kong’a doğru yol almaya hazırsınızdır diye kabul ediyorum. İşte başlıyoruz!
Thai Havayolları’na ait uçağımız Hong Kong Uluslararası Havalimanı’na doğru inişe geçtiğinde uçağın küçük penceresinden görebildiğim kadarıyla olağanüstü bir doğa ile karşı karşıyaydık. Zirvelerinin bulutlarla çevrili olduğu yemyeşil tepelerin deniz ile buluştuğu çok farklı bir coğrafya bizi bekliyordu. Bu hissin bir benzerini Phuket’e inerken bulutlara kadar yükselen ama denizin ortasında yapayalnız duran devasa kayalıkların arasından uçarken hissetmiştim.
Hong Kong Uluslararası Havalimanı Lantau Adası’nın yanı başında denizin doldurulması ile inşaa edilmiş bir havalimanı. İçerisinde bulunan bir terminalden diğer terminale gitmek için metro kullanmanızı gerektirecek kadar büyük bir havalimanına sahip Hong Kong.
Hong Kong’ta pasaport kontrolünden Tayland’da tecrübe ettiğimiz sıkıntılarla karşılaştırılınca şaşırtıcı bir şekilde sorunsuz geçtik. Halbuki ben kendimi her türlü sıkıntıya hazırlamıştım. Bavullarımızı da alıp çıkışa ilerledik. Phuket’te ve Bangkok’ta bizi karşılayan lokal firmadan bu sefer yeller esiyordu. Gelen yolcu çıkışında beklemelerimiz sonuç vermemiş, ekildiğimizi düşünmeye başlamıştık. Katar’da kullandığım hem Ooredoo hem de Vodafone GSM hatlarımı Hong Kong’da bir türlü açamadım. İlk defa geldiğimiz bir ülkede, telefon edemeden ve ne yapacağını bilemeden havalimanında bir sağa bir sola gitmek kabul etmem gerekir ki kötü bir deneyimdi. Arada altı saatlik bir saat farkı olmasına rağmen Katar’daki Regency Travel’da tatil paketini aldığım müşteri temsilcisi ile havalimanının ücretsiz interneti sayesinde Whatsapp’tan yazışma imkanı bulmuştum. Ardından yine Whatsapp’ın arama yapma özelliğini kullanarak transferin gelmediğini, havalimanında dımdızlak kaldığımızı acentaya bildirdim. Acenta bana geri dönüş yapana kadar eşime bavullara göz kulak olmasını söyledim ve yardım almak amacıyla havalimanında dolaşmaya başladım. Çıkış kapısının hemen karşısından elli metre ileride bulunan Information Kiosk’undaki görevliye otelimin adını söyleyip durumu anlattım. O da bana demesin mi “o otelin burada kontuarı var!”. Koşar adım beni yönlendirdiği yere gittim ve görevliye Harbour Grand Kowloon’a geldiğimi söyledim. İsmimi görevlinin elindeki listede görmem ile kendimi mutluluğun tanımını yapabilecek bir filozof gibi hissetmem bir oldu. “Ulan beni niye çıkıştan almadınız? Allah sizin…!” diye şakayla karışık çıkışmama anlam veremeyen Hong Kong’lu görevlileri bir an yalnız bırakıp koşa koşa eşimin yanına geri döndüm ve “gel gel buldum, kurtulduk” dedim. Bizi otelimize götürecek aracımızın olduğu yere kadar bize eşlik eden transfer sorumlumuza teşekkür edip içerisinde ücretsiz kablosuz internet olan servis aracımıza bindik. Hong Kong Tayland’dan lüks bir ülke olduğunu daha havalimanı transferinde gösteriyordu. Keşke aynı durum seçmiş olduğumuz otel içinde geçerli olsaydı. Otel sıkıntılarımız… Az sonra….
Havalimanından otele kadar yaklaşık yarım saatlik bir yolumuz olduğunu söyledi sürücü. Daha önce de belirttiğim gibi Hong Kong Uluslararası Havalimanı Lantau Adası’ndaydı. Hong Kong’ta konaklayacağımız otelimiz Harbour Grand Kowloon ise Kowloon bölgesindeydi. Şunu açık yüreklilikle söyleyebilirim ki Hong Kong muazzam bir şehir. Dünya üzerinde bu kadar ütopik başka bir şehir var mı bilemiyorum. Varsa da ben görmedim. Otele varana kadar süren o yarım saatlik yolculuğun her saniyesi buğday tarlasındaki başaklar gibi içiçe geçmiş her biri en az elli katlı gökdelenleri hayretler içerisinde izlememizle geçti. Ben ömrü hayatımda bu kadar gökdeleni bir arada görmedim. Doha’da da West Bay tarafında gökdelenlerimiz var, hatta Dubai de bir gökdelenler şehri benim gözümde ama Hong Kong çok başka bir seviyede. Kıyaslamak bile abes. Hong Kong’un gerçek üstünlüğü ancak Matrix ile karşılaştırılabilir. Tabi gökdelenleri bu kadar görkemli hissetmemizin bir sebebi de Hong Kong’un coğrafyası. Sırt sırta vermis gökdelenlerin arasından yemyeşil yükselen dağlar ve önlerindeki masmavi deniz, insanın kendini çok küçük hissetmesine neden oluyor. Hollywood filmlerinde görmeye alıştığımız binaların rengarenk ışıkları da müthiş bir görüntü oluşturuyor.
Harbour Grand Kowloon uzakdoğu tatilimiz boyunca kaldığımız en kötü oteldi. Bunu beklemiyorduk. En çılgın şehirde en vasat otel tecrübemizi yaşıyorduk. Otelin konumu harika olmasına rağmen bayağı eski bir oteldi. Çok hoş bir deniz ve Hong Kong adası manzaramız vardı ama bu bile otelin falsolarını kapatmaya yetmiyordu. Odadaki ve oteldeki her mobilya ahşaptı ve ahşaptan kaynaklı ağır bir koku tüm binaya yayılmıştı. Resepsiyondaki çok sayıda ziyaretçiden anladığım kadarıyla tercih edilen bir oteldi burası. Muhtemelen Hong Kong’da otel fiyatlarının yüksekliğinden dolayı herkes konaklamak için bu oteli seçiyordu. Şansımıza küserek kendimizi Hong Kong tatilimizi nasıl geçireceğimize odaklanmaya verdik. Otelin vasatlığının keyfimizi kaçırmasına izin vermeyecektik. Hemen kendimizi toparladık ve programımızı yapmaya başladık.
İlk günü serbest gezmeye ayıracaktık. Bangkok’taki turist mafyasından ağzımız yandığı için otel resepsiyonundan ziyaret edilecek yerleri öğrendik ve otelin ücretsiz shuttle aracı ile Yau Ma Tei’ye gittik. Kowloon bölgesinin merkezi diyebileceğimiz bu bölge müzeler, mağazalar, restaurantlar ve kafeler ile doluydu. İlk dikkatimi çeken şey Hong Kong’un bir ingiliz sömürgesinden çok Çin şehri çağrışımı yapan atmosferiydi. Sokaklarda yürüyen insanların büyük kısmı Çinliydi. Hong Kong’a gelirken ingiliz ağırlıklı bir şehir ile karşılaşmayı bekliyordum. Şaşırmadım desem yalan olur. Işıl ışıl reklam panolarının hemen hepsi çinceydi. Tek tük ingilizce panolar çince panoların mahalle baskısını derinden yaşıyor olmalı diye düşündüm. Tayland’da olduğu gibi Hong Kong’da da hemen her köşe başında bir Seven Eleven marketi vardı. Bu da acil ihtiyaçlar ve atıştırmalıklar için biçilmiş kaftandı. Hong Kong’a geldiğinizde otelinize en yakın Seven Eleven ve benzeri süper marketin yerini öğrenmek ilk yapılacak işlerinizden birisi olmalı. Günün ne getireceğini ve hangi saatte neye ihtiyacınız olacağını bilemezsiniz. Serbest günümüzde bol bol fotoğraf çektik ve otelden çok uzaklaşmadan yakın mesafede yapılabilecek şeylere yöneldik.
Serbest günümüz sonrası sadece üç günümüz kalıyordu Hong Kong’da. Üç günlük planımızı otelin turları ile değerlendirmeye karar verdik. Tabi bir de araya Disneyland sıkıştırmamız gerekiyordu! Otel personelinin önerileri, kapalı görünen hava durumu ve önümüzdeki günlerin hava tahminleri ile gezi planımızı yaptık. İlk olarak Lantau Adası’na gidecek olan tura katılmayı seçtik. Bu turda, sırasıyla, dünyanın en büyük asma köprüsü olan Tsing Ma Köprüsü’nü yakından inceledik, tarihi balıkçı köyü Tai O’yu gezdik, Büyük Buddha heykelinin bulunduğu Po Lin Tapınağını ziyaret ettik ve 5.7km uzunluğundaki teleferik ile Lantau Adası’nın en tepe noktasından deniz seviyesindeki metro terminaline iniş yaptık. Özellikle Po Lin Tapınağı ve çevresi gezmek için oldukça keyifli yerler. Hong Kong’daki büyük Buddha heykelinin Phuket’tekinden çok daha görkemli olduğunu söylemeliyim. Hong Kong Buddha heykeli üzerinden nasıl turistik bir atraksiyon yapılabileceği konusunda Phuket’e ders verebilir. Tabi ortada göz ardı edilemeyecek kadar ciddi bir kaynak ve maliyet farkı var. Hong Kong’a gelip Büyük Buddha’yı görmeden ve teleferiğe binmeden sakın dönmeyin. Bunlar mutlaka yapılması gereken aktivitelerin başında yer alıyor. Teleferik ile yaptığımız yolculuk büyük keyifti. Atlamayın sakın.
Ertesi gün, yıllardır içimde kalmış olan Disneyland ziyaretimi en nihayetinde gerçekleştirme fırsatını bulmuştum. Disneyland Hong Kong Lantau Adası üzerine metro ile çok kolay ulaşılabilecek şekilde yerleştirilmiş. İlk olarak otelden taksi ile Kowloon istasyonuna gittik. Kowloon bir merkez istasyon. Burada havalimanına dahi gitmeden uçuşunuz için check-in yapabileceğiniz kontuarlar var. Bavulunuzu bile bırakabiliyorsunuz. Her anıyla bizi şaşırtan Hong Kong’tan da bu beklenirdi zaten. Kowloon metro istasyonundan turuncu hattı ve daha sonrasında da pembe hattı takip ederek Disneyland Hong Kong’a kolayca ulaşmak mümkün. Bizi Disneyland’e götürecek olan pembe hattın vagonları Disneyland’e özel olarak tasarlanmış. Siz daha Disneyland’e girmeden kanınızı yavaş yavaş kaynatmaya başlıyorlar anlayacağınız. Metrodan inip Disneyland girişine doğru ilerlerken (Bu arada Disneyland biletlerini otelin resepsiyonundan almıştık) karnımda kelebekler uçuyordu heyecandan.
Açık konuşmak gerekirse Disneyland Hong Kong beklediğimden küçüktü ve aktiviteler ve oyun aletleri bir iki tanesi dışında heyecan verici değildi. Yine de o ortamda bulunmak ve çocukluğumun çok önemli bir parçası olmuş Mickey, Donald, Goofy gibi karakterler ile fotoğraf çektirebilmek “priceless” bir andı. Binebileceğimiz kadar araca binip, her türlü oyunu denedik, parkı karış karış gezdik ve en sonunda da havai fişek ve sokak gösterileri ile geceyi noktalayıp Disneyland’e veda ettik. Hong Kong’a gelip Disneyland’e gitmek isterseniz bir tam gününüzü buraya ayırmanız gerektiğini bilmeniz gerekiyor. Ancak böyle hakkını verebilirsiniz.
Hong Kong’daki son günümüzde ise manzarası ile ünlü Victoria Tepesi ve Hong Kong Adası turuna katıldık. Yaklaşık 5 saat süren bu tur pek tatmin etmedi açıkçası ama tur rehberinin anlatımları ile Hong Kong hakkında detaylı bilgi edinme ve hediyelik eşyalar alma fırsatımız oldu. Turumuzu tamaladıktan sonra servis bizi otelimize bıraktı ve biz de bu güzel tatilin kapanışını yapmak ve havalimanına doğru yol almak üzere otelden çıkış işlemlerimizi gerçekleştirdik.
Hong Kong bana son şakasını da ülkeden çıkarken yaptı. Pasaporttan geçerken görevli beni durdurdu ve güvenliği çağırdı. Ben “noluyoruz?” diyene kadar beni eşimden ayırdılar ve güvenliğin nezaretinde arkada tarafta bir bölmeye götürdüler. Daha sonra buranın sorgu odası olduğunu duvardaki “tutuklandım, ne yapmalıyım?” motifli biilgi dolu (!) yazılardan anlamıştım. Yusuf yusuf isimli yolculuğumuzun bu en keyifsiz anı, bana sorulan “İstanbul’a mı geçeceksin Doha’dan yeğenim?” tarzı sorulara kendimden emin, güven dolu cevaplar vermemle kazasız belasız geçti. Korku dolu bu dakikaların nedenini halen bilmiyorum. Türklere karşı uygulanan bir güvenlik önlemi olabilir. Benden başka birinin o bölüme alındığını da görmedim açıkçası. Rastgele bir güvenlik kontrolüne denk gelmiş de olabilirim elbette. Sonuç olarak, bu engeli de kazasız belasız geçip uçağımıza atladık ve Doha’ya kadar türbülanslarla beraber, yağmur, fırtına ve şimşekler eşliğinde sekiz buçuk saatlik dua okuma seansımıza geçtik. Sağ salim (Bu yazıyı yazabildiğime göre…) Doha’ya varmamız ile de bu keyifli ve unutulmaz uzakdoğu tatilimiz de sona ermiş oldu.
Umarım uzakdoğu turu düşünenlere yardımcı olabilmişimdir. Amacım kendi tecrübelerimi sizlerle paylaşıp nacizane önerilerde bulunmaktı. Okurken keyif almış olmanızı diliyorum.
Herkesin hayallerindeki tatili gerçekleştirmesi dileğim ile, esenlikler efendim…