Murat Gülsoy’un 11. baskısına sahip olduğum Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık kitabını okurken o kadar çok not almış, o kadar çok yerin altını çizmişim ki, uzun zamandır “bunları bir yerde toplamazsam kendimi asla affetmem” diye düşünüyordum. Daha sonra bu toplama işlemi için en doğru adresin boş bir word sayfası olduğu sonucuna vardım. Bunun neticesinde oluşan bu yazı ile, Murat Gülsoy’un kitabında bizlere aktardığı tecrübelerini ve güzel örneklemelerini ben de kendi yorumlarımla harmanlayıp madde madde size aktarmaya çalışacağım. Amacım kendi notlarımı tarihe not düşmek kadar öykü yazmaya hevesi olan kişilere de yardımcı olabilmek. Aşağıda sıralayacağım maddelerin detaylı açıklamaları ve çok daha fazlası için Murat Gülsoy’un Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık kitabını özümseyerek okumanız gerekiyor. Mutlaka kütüphanenizde olması gereken bu kitabın 11. baskısı ile gelen ekleri de hesaba katarak 11. ve sonraki baskılardan birini almaya özen gösterirseniz iyi olur diye düşünüyorum. Üç bölümde tamamlamayı planladığım bu yazı dizisinin hoşunuza gitmesini ve sizi yazı yazmaya heveslendirmesini umuyorum. İyi okumalar.
- “Batılı inceler, biz severiz” Oğuz Atay’dan alıntılanmış bir söz. Doğaya karşı olsun, insane karşı olsun hakikaten böyle birşey var sanırım. Türk insanının sürekli duygusal hareket ediyor oluşu asla anlayamadığım bir huyumuz aslında. Her olayda tepkilerimizin uçlarda oluşunun bu önerme ile bir bağlantısı mutlaka olmalı. Batılı insanların herşeyi bir neden sonuç ilişkisinde irdelemesi ve olaylara daha makul tepkiler vermeye çalışması örnek aldığım bir yaklaşım. Batılılar soğuk değiller, yanlış anlaşılmasın. Bizim davranışlarımız duygularımız ile yönlendirilirken, Batılıların davranışları mantık süzgecinden geçiyor. Fark bu. O yüzden de anlamaya, irdelemeye ve incelemeye yönleniyorlar. Bizim gibi sevmeye ya da nefret etmeye değil.
- “Ben yazıyla uğraşmanın insanı olgunlaştıran ve dönüştüren bir süreç olduğunu inananlardanım.” diyor Murat Gülsoy. Haklı da. Yazıyla uğraşmanın bendeki etkilerini çok açık bir şekilde görebiliyorum. Yazdıkça yazasım geliyor. Kendimi anlattığımı, içimi boşalttığımı ve rahatladığımı hissediyorum. Bu, kendimi anlamam ve hayata karşı daha dik durabilmem için benim açımdan önemli. O zaman daha fazla yazmalı ve daha fazla yüzleşmeliyim. Olgulaşmanın temel gereksinimlerinden birisi de bu değil mi zaten?
- Murat Gülsoy’un değindiği noktalardan biri edebiyatın yalnız yapılan bir sanat olmadığı ve paylaşılarak geliştirilen zihinsel bir etkinlik olduğu. Çok doğru bir tespit. Bazen sadece kendimiz için yazarız. Ama sadece bazen. Çoğunlukla başkaları okusun diye yazarız. Bu durumda yazmanın paylaşılarak geliştirilebileceğini iddia edebiliriz. Zihnin aynı işlemi sürekli yaparak bu konuda daha verimli olması sağlanabilir mi? Bana mantıklı geldi. Yaz ve paylaş… Bu da kendime bir not olsun.
- Murat Gülsoy, yazar olmayı hedefleyen kişilerin yazdığı dilin geçmişte ve günümüzdeki yapıtlarını okumadan edebi ve kurmaca teknikleri açısından yeterli düzeye gelemeyeceklerini söylüyor. Katılmamak elde değil. Yazar olmak isteyen bir kişinin okumadan yazmaya başlaması emeklemeden koşmaya çalışan bir bebek gibi mantıksız olacaktır. İmkansızdır. Yazmayı hedeflemekte sıkıntı yok ama yazmadan önce okumayı bilmek ve olabildiğince çok örnek üzerinden kendimizi geliştirmemiz gerekir.
- Yazdıklarını insanlara ulaştırmak isteyen kişilerin büyük bir çaba gösterip yazılarını gönderdikleri dergi ve diğer ortamları takip etmediklerini öğrenmek benim için oldukça ilginç oldu. Bu konuyu bir süredir düşünüyordum. Facebook takipçi sayısının gerçek anlamda bir okur kitlesi oluşturup oluşturmadığını tartışmak gerekiyor. Facebook duvarımızda akan ve göz ucuyla bakıp geçtiğimiz o Facebook gruplarında birşey paylaştığımızda, nasıl da dakikada bir açıp bakıyoruz okuyan, cevap veren olmuş mu diye, değil mi? Psikoloji ve sosyoloji uzmanlarının bu konuyu derinlemesine incelemesi gerekiyor.
- Müthiş bir alıntı geliyor Büyübozumu’ndan: “Sanat için kurulan tüm cümleler sınanmaya, tanımlanan tüm kurallar ihlal edilmeye mahkumdur.” Yani sanat asla belirli bir kalıp içinde tutulamaz. Sanat su gibidir, bulunduğu kabın şeklini alır. O kap da bizim hayal gücümüzdür.
- Ünlü yazarların aynı kalıptan çıkmış gibi tekrar ettikleri bir söz vardır; “Yazdığım şeyler aklımdan kağıda akmaya başladıktan bir süre sonra kontrol benden çıkar ve benliğim yazı yazan elimi izleyen bir üçüncü kişi durumuna geçer.” “Adam uçmuş”, “ne içtiyse bende ondan istiyorum” gibi şeyler mırıldandığınızı duyar gibiyim. Yazı yazanların içinde bulunduğu bu yanılsama ve ruh hali Murat Gülsoy’un değindiği bir diğer önemli husus olmuş.
- Bir kurmaca yazı yazmanın en zor kısmının “başlamak” olduğunu söylersek yanılmış olmayız sanırım. Başlamak için bir kağıt, bir kalem ve konsatre olmuş bir bilinç gerekir. Bunlardan sonra tek yapılması gereken kelimelerin dökülmesini izlemek ve onların dansından zevk almaktır. Tıpkı benim şu an aldığım haz gibi.
- Murat Gülsoy önermiş, ben de önermek istiyorum. Her daim yanımızda bir not defterimizin olması gerekiyor. Ne zaman not almamız gerektiğini, bilinçaltımızın bize ne zaman bir resim göstereceğini bilemiyoruz. Bu vesileyle adını anacağım Evernote programını ikinci bir defter gibi kullanabilirsiniz. Hem bilgisayardan hem cep telefonundan hem tabletten kısaca her yerden ulaşabileceğiniz bir not defteri gibi düşünebilirsiniz. Gerçekten hayat kurtarıcı bir uygulama.
- Sizde de aynı his var mı bilmiyorum ama günümüzde insanların algı ve ilgilerinin hayatın özünden çok farklı noktalara saptığını düşünüyorum. Araba, ev, yat, kat sahibi olmak ve onları elde etmenin peşinde koşmak birincil ve en önemli hedefimiz oluvermiş durumda. Bu noktada sanatın ve sanatçının önemi öne çıkıyor. Sanat yapıtı işte bu görece değersiz ve farklı olmaktan uzak maddesel tatminlerden ayrılıyor. Sanat yapıtında bir özel dokunuş, bir mükemmel farklılığın varlığı hissedilebilir. Bunu yaratan sanatçının da bu özelliklerin bir bölümüne sahip olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu açıdan sanatını sahneleyen sanatçı, günümüz dünyasının ötesindedir. Bilmiyorum anlatabildim mi?
- Bir kitabı okumaya başladığımızda yazarın beyninde gezintiye çıkmaya da başlamış oluruz. Bu gezindiğimiz yer yazarın bizim için kurduğu dünyadan başka birşey değildir. “Mahalleye yeni taşınmış” gibi hissederiz kendimizi ilk başta. Yazar da bize mahallenin her kıyısını köşesini gösteren samimi komşu gibidir. Onun betimlemeleri ve anlatımı ile mahalleyi onun gözünden tanırız. Yani biz bir kitabı okurken nasıl kendi kafamızdan bir dünya yarattığımızı düşünüyorsak, yazar da okurun kendi yarattığı dünyada gezmesini ister. İnanılmaz bir paradoks değil de nedir bu?
- Bir noktanın altını tekrar çizmem gerekiyor. Not tutmak çok önemli bir meziyet. Hepimizin yapması gereken bir ritüel olmalı. Not tutarken dikkat etmemiz gereken şey ise notlarımızın günlük gibi iç karartıco depresif bir yapıya sahip olmaması. Eğer not tutma amacımız bir romana ya da hikayeye ilerleyecek bir kurgu oluşturmak ise, günlük tutmak kendimizi tatmin etmekten öteye geçmeyecektir. Bu hususta Murat Gülsoy’un da Büyübozumu içerisinde belirttiği gibi notlarımızın dağınık bir günlük haline gelmesini engellememiz gerekir. Amaç bilgi kırıntıları ile bizi büyük resme götürecek parçaları oluşturmak olmalıdır.
- Nesilden nesile dolaşan bir özdeyiş vardır bilirsiniz; birşeyi başarmanın yarısı o işe başlamaktır. Yazı yazmak için de aynı şey geçerlidir. Boş bir sayfaya uzun süre bakmak durumunda bile kalsanız, yazmaya yeltenmeniz ve aklınızdan geçenleri yazıya dökmeniz gerekir. İlk birkaç deneme anlamsız tekrarlar ve boş ifadeler olacaktır ama ilerleyen süreçte dişe dokunur bir kurgu çıkmaya başladıkça siz de zevk aldığınızı fark edip hikayenin size içine çekmesine, alıp götürmesine izin verirsiniz. Tüm bunların gerçekleşebilmesinin yegane sebebi o boş sayfaya ilk kelimeleri yerleştirebilmekten başka birşey değil.
- Bir öykünün ya da makalenin bir oturuşta bitirileceği gibi bir hayale de kapılmamak gerekiyor. Bir romanı bir ayda yazdığını söyleyen yazarlar çıkabileceği gibi, yıllarını bir romana vermis yazarlar da vardır. Bu bilgiler ışığında eğer yazdıklarınız aklınıza yatmaz ve eksik kaldığını hissederseniz aynı yazı üzerinde uğraşmaya devam etmeyi ve yazdıklarınızın üzerinden tekrar tekrar geçmeyi deneyebilirsiniz. Bu “tekrardan okuma” faslı bazen yazının kendinden bile uzun sürebilir. İnsan ilk okuduğunda görmediği anlam bozukluklarını, ifade eksikliklerini ve kurgudaki hataları ikinci okumada görebilir. Bazen bir yazıyı bitirip, nadasa bırakmak ve bir süre sonra tekrar dönüp üzerinden geçmek yazının mükemmele doğru evrilişinde önemli bir etken olabilir.
- Her yazarın günün hangi saatinde en verimli şekilde yazabildiğine dair internette birkaç milyon tane makale bulabilirsiniz. Murat Gülsoy akşamüstü dört gibi çalışmaya başladığını ve gecenin ilerleyen saatlerine kadar çalıştığını, uykusuz kalmaktan hoşlanmadığı için (ben de! Ben de!) saat geceyarısına varınca yatağa geçtiğini belirtmiş. Malum, biz 8-18 (biz de şartlar böyle) çalışan kapitalizmin köleleri olduğumuz için saat dört sonrası çalışmak yerine haftaiçi mesai bitimi eve geldikten ve yerine getirmemiz gereken sorumlulukları ve zorunlu ihtiyaçları yerine getirdikten sonra çalışmaya başlayabiliriz. Elbette haftasonları emrimize amade ama kim tüm haftasonunu okumaya ya da yazmaya ayırabilir ki? Bu koşullarda belki de en doğru hedef kendine bir görev olarak hergün en az 1000 kelime yazmak şeklinde bir görev tanımlamak ve şartlar ne olursa olsun, yazılanlar ne kadar saçma olursa olsun bunu gerçekleştirmeye çalışmaktır.
- “Writer’s Strike” diye bir olgu var, bilir misiniz? “Yazar tıkanması” olark amiyane bir çeviri yapacağım izninizle. Yani ne yaparsak yapalım bir şey yazamadığımız, yaratıcılığın ve fikir üretiminin yer yarılıp içine girdiği dönemleri anlatan bir tabir. Bu dönemlerde ruhsal ve fiziksel konumunuzu ve durumunuzu değiştirmenizi öneriyorum. Çıkın dışarıya. Ne bileyim markete gidin mesela. Parka gidin oturun insanları gözlemleyin. Ya da sinemaya gidin. O da olmadı açın bir komedi filmi ruh halinizi değiştirmeye çalışın.
- Eğer fikir üretmekte zorlanan ve “nasıl aklıma güzel bir fikir getirebilirim?” deyip duran birisiyseniz, size Hypnagogia ile tanıştırmama izin verin. Benim de Büyübozumu ile tanıştığım ve detaylarına nail olduğum bu terim uyku ile uyanıklık arasındaki o enteresan anlara verilen isim aslında. Tarihin gördüğü bir çok dehanın ve yaratıcı insanın bu anın kıymetini bilme konusunda uzman olduğu söyleniyor. Kendimden örneklemem gerekirse, Oyungezer dergisi için yazmış olduğum Sinan ve Pardesülü Adamın Tuhaf Hikayesi ve Ekşisözlük’te yayımladığım Lazar Markoviç öyküm yatakta tam da Hypnagogia evresinde aklıma gelen ve kurguladığım öykülerdir. İki öyküde de yataktan fırlamış ve kendimi bilgisayar başında yazı yazarken bulmuştum. Siz de bu gizli yaratıcılık evresini bir deneyebilirsiniz.
- Müthiş bir cümle alıntılıyorum Büyübozumu’ndan hazır mısınız?
“Her olaydan, her şeyden bir hikaye çıkabilir.”
Ne kadar da muzzam değil mi? Aslında yaşadığımız her an, bir öykünün parçasından başka birşey değil. Sadece bazı anlar ilgi çekicidir. Çoğu zaman da okuyan ya da dinleyen için sıkıcı ve sıradandır. Bu yüzden anlatılmaya ve paylaşılmaya değmez. Bir an için yaşadığınız her anın üçüncü bir göz tarafından hikaye gibi kurgulandığını düşünün.
- Freud’un müthiş bir değerlendirmesi ile devam edelim. Freud, insan doğasının hiçbirşeyden vazgeçmediğini, sadece bir şeyin yerine başka bir şey koyduğunu belirtmiş. Yani “içimizdeki çocuk” kavramının geldiği yer de pekala burasıdır. O çocuk aslında hiçbir zaman gitmemiştir. Sadece toplum dayatmaları ve sorumluluklar o hoşumuza giden şeylerin yerine başkalarını koymamız yönünde bize baskı yapmıştır. Yıllar geçtikten sonra çocukların davranışlarının ne kadar garip olduğunu düşünmemiz ve kendimizin hiç çocuk olmadığı yanılsamasına düşmemiz gibi bir durumdan bahsediyorum.
- Freud, üstteki değerlendirmesinin ilişkilendirilmesinde günümüz yaratıcı yazarlarının yapıtlarının tıpkı çocuklukta oynadıkları fanteziler gibi olduğunu ve yazdıklarının o oyunların devamı olduğunu belirtmiş. İnanılmaz bir detay yakalanmış, değil mi? Aydınlanmayı yaşadık mı?
- Murat Gülsoy Büyübozumu’nun ilerleyen sayfalarında bir yazarın kendi içsesiyle yaşadığı tartışmalara değinmiş. Mutsuz olduğumuz, hayal kırıklığı yaşadığımız dönemlerde edebiyata doğru eğilim gösterdiğimizi belirtmiş. Bu dönemle birlikte daha çok yazdıkça daha fazla özgüven kazandığımızı ve yazılarımızın nitelik ve niceliğinin arttığını da eklemek lazım.
- Bir yazarın yaşadığı önemli bir kırılma anı da yazdıklarının, insanların pek de umrunda olmadığı gerçeği ile yüzleşme anıdır. Uzun vakitler harcar, bir öykü, bir makale ortaya çıkartırsınız ama ilgi çok düşüktür. İnanılmaz umut kırıcı bir durum. Nice müthiş fikir bizim karşımıza çıkamadan bu şekilde yok olup gitmiştir kimbilir.
- “Edebiyatçının varoluşu, düş kurma ve aktarma cesareti göstermesine bağlıdır.” diyor Murat Gülsoy. Ben size sormak istiyorum; kim düş kurmuyor ki şu hayatta? Asıl sorun kurduğumuz düşlerin birilerinin hoşuna gidebileceği ve dinlemek, okumak isteyebileceği noktasındaki çekincemiz değil mi? Yine mi geldik reddedilme, beğenilmeme korkusuna? Burada bir cesaret göstermek gerektiğine katılıyorum. Cesaret göstermenin dışında bir de ciddi bir emek vermek gerektiğini eklememiz gerekiyor. Düş kurmak, kurduğumuz düşleri aktarma cesareti göstermek tek başlarına yetmiyor maalesef.
- Yazarın en keyif aldığı anlardan birisi de yazıyı yazdıran akıl ile yazma eylemi sırasında öğrencisinin başında bekleyen öğretmen gibi yazılanları okuyan ikincil aklın ortaya çıkışıdır. Bu öyle bir andır ki, yazı akarken yazar kendini eleştirmen koltuğuna oturmuş, yazının dışından objektif bir göz gibi inceler bulur kendini. Yazdıkça belirli bir otomatik yazma fazına geçenlerde bu ikincil aklın daha fazla devreye girebileceğini düşünüyorum. Belki hayal kura kura, hayal kurmada da uzmanlaşabiliriz. Yazarın yaza yaza, okuya okuya daha iyi yazabilmesi gibi.
- Sanatçıların aklından tam olarak ne geçtiğini bilmemiz mümkün değil. Sanat, sanatçıların akıllarından geçenleri süzgeçlerinden eleyip gerçeğe dönüştürdüğü eserlerdir. Tam anlamıyla hayal ettikleri ya da planladıkları, sanat ürününün kendisi olmayabilir. Bu durum sanatçının da bir içsel çatışma geçirdiği şeklinde yorumlanabilir. Sanatın baskı altına alındığı toplumlarda bu durum otosansür, otokontrol şeklinde kendini gösterebilir.
- Bahsedilmesi elzem olan bir husus da yazarların yarattıkları dünyaya ne kadar bağlandıklarıdır. Kendi yarattığı dünyanın içinde yaşamayı hayal eden yazarlarda vardır elbette. Kim Alice Harikalar Diyarı’nda gibi bir yerde yaşamak istemez ki? Heidi ve inekleri size de çekici gelmiyor mu? Bunları gündelik sıkıntılarımızdan bıktığımız için birer kaçış olarak da değerlendirebiliriz. Yazar için realitenin fişini çekip hayal dünyasının kapısını sonuna kadar açıp orada yaşamaya devam etmek, yaşadıkça yeni şeyler yazmak nasıl bir ruh halidir bir düşünsenize? İşte yazmanın güzel ve özel yönlerinden birisi de budur.
- “Mükemmel bir ağaç resmi çizen ressamın ağacı “bildiği” sanılır. Aslında ressam ağacın nasıl çizileceğinin bilgisine sahiptir; bir başka deyişle çizgiler ve renkler bir araya geldiklerinde nasıl ağaç şekline bürünürler, bunu biliyordur.” diyor Murat Gülsoy. Doğru mu? Doğru. Öyle ressamlar var ki, gözünü kapatsan çizer ağacı. Gözünün önüne çizdiği ağaçları getirip “şimdi şu sağ tarafa beş santimlik bir çizgi çizeyim, bir milimetre yanına bir dal çizeyim” ezberinden öyle bir çizer ki, şaşıp kalabiliriz. Bu demek değil ki, ressamın çizdiği ağaç tamamen tecrübe ve yeteneğin ürünüdür.
- Bir yazarın yarattığı karakterlerin çıkış noktası yine yazarın kendi iç dünyası değil midir? Bu durumda, detayına inersek her karakterde yazardan bir şey bulabilir miyiz? Tersten düşünürsek; kurgusal karakterleri çözümleyerek onları yaratan yazara ulaşabilir miyiz? Biraz zorlama gibi geliyor bana. Yine de yaratılan karakterlerin hal ve hareketleri, konuşmaları hep yazarın belirlediği şekilde bize sunuluyor. Yani karakteri yazar bize nasıl göstermek isterse öyle görüyoruz. Yazardan bir parça var yani.
- Bir yazarın başlangıç noktası hep boş bir sayfa olmuştur, olacaktır. Kafasında bir fikir ile başlar ve karşısındaki boş sayfayı doldurmaya çalışır. Peki bu başlangıçta ne gibi zorluklar vardır? Mesela sınırsız bir hayal gücü ile hareket edeceğimizi düşünürsek başlangıç noktamızın ne olması lazım? İlk cümle bile sıkıntılı olmaz mı? Çünkü bir sonraki cümle için bir sınır yok. Bu durumda, bir fikir ile hareket ederken, genel yapıyı oturtup, sınırları bir noktaya kadar çizip hayal gücünü kontrol altında tutmak gerekir. Kontrolsüz hayal gücü, başarıdan uzak bir sonuç verebilir.
- Bir üstteki noktaya ek olarak, hayal gücünün bizi nereye götüreceği hususunda hayal gücüne ihtiyaç duyma nedenine de dokunmamız gerekiyor. Kurgu amaçlı olsun ya da olmasın hayal kurmanın da bir nedeni vardır. Bir insanın amaçsız hedefsiz hayal kurması dahi mümkün değildir. Buradan devam edersek, insanın bir sorun çözme, bir amaca ulaşma hedefiyle kurduğu hayallerin, gerçek hayatta var olan bir sorunu çözmeye yönelik olması gerekir. Hayal gücünün devreye girdiği an da eldeki veriler ile çözülemeyen probleme farklı bir bakıç açısı getirme, çıkış yolu arama isteğidir. Kurgusal yaklaşımın doğuşuna dokunduğumuzu hissediyor muyuz? Gerekliliklerden bahsediyoruz. Bir yazarın, kafa patlattığı bir konuda hayal kurup kendi düşüncelerini aktarma isteğini, bir amaç uğruna yaptığı gerçeğine bağlanıyoruz. Muazzam değil mi?
Birinci Bölümün Sonu
[…] önce birinci bölümünü yayınladığım Murat Gülsoy’un Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık kitabından aldığım notlarıma […]
[…] notların derlemesinin üçüncü ve son bölümüne hoşgeldiniz. Derlememin ilk bölümünü buraya, ikinci bölümünü de şuraya bırakmıştım. Henüz okumadıysanız üçüncü bölüme […]