Kırmızı Gözlü Tavşan 1. Bölüm

Kırmızı Gözlü Tavşan 2. Bölüm

3. Bölümü okumaya başlamadan önce hikayenin ilk iki bölümünü okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum.

3. Bölüm

Hani ölümle burun buruna gelen insanların hayatının film şeridi gibi gözünün önünden geçtiğini duyarız ya, tam o an ben de onu hissetmiştim. Uçaklar, helikopterler, savaş gemileri, görmediğim ama orada olduklarını hissettiğim denizaltılar… Hepsi üzerime doğru gelirken benim varlığımdan haberdar olamayacaklarını düşündüm. Benim için değil, mekik için geliyorlardı. O yüzden tavşanı alıp sandal ile uzaklaşırsam buradan tüyebileceğimi düşündüm. Peki tavşanı neden yanımdan ayırmadım? İşte onu bilmiyorum, koruma içgüdüsü sanırım. Havluya sardığım tavşanı sımsıkı tutarak beni mekiğe getiren sandala geri atladım. Tam o sırada mekikte büyük bir patlama oldu. Gemiler yaklaşıyor, helikopterler de ışıkları ile denizi tarayarak mekiğe doğru ilerliyorlardı. Mekikteki patlamanın etkisiyle sandaldaki dengemi kaybettim ve kucağımda tavşanla birlikte suya düştüm. Ya da düştüğümü sandım ama düşmemiştim.

Villach - Eggerloch cave - torches

Suya düştüğümü hissetmiştim ama artık denizin içinde değildim. Hatta ıslanmamıştım bile çünkü artık Bozcaada’da değildim. Nerede olduğumu bilmiyordum. Bir çeşit mağara gibi bir yerdi. Duvarlarda el hizasında her on metrede bir bir meşale vardı. Benim bulunduğum oda taş çatlasa yirmi metrekarelik bir yerdi. Ben buraya nasıl geldim? Allah kahretsin, ben ne yaptım böyle? Neredeyim ben? İster inanın ister inanmayın insan o anda çok mantıklı şeyler düşünemiyor. Önce olayı anlamaya çalışıyorsunuz. Nasıl çıkacağınızı düşünmek daha sonra aklınıza geliyor.

Tavşan yanımdaydı, havludan çıkmış, gözlerimin içine bakıyordu. Alnının ortasındaki kırmızı göz de bana bakıyordu. Bir an tüm suçun tavşanda olduğunu, başıma ne geldiyse onun yüzünden geldiğini düşündüm. Öldürürsem herşey biter mi? Tekrar Bozcaada’daki tatilime devam edebilir miyim? Diye düşünmeye başladım. Kendimi mantıklı düşünmeye zorlamam gerekiyordu. Derin bir nefes aldım ve durumu değerlendirdim. Önce odayı incelemem gerektiğine karar verdim. Odanın tek bir çıkışı vardı. O da dar bir koridordu. Koridor meşalelerle aydınlandığı için güvenli bir şekilde ilerleyebilirdim. Her belanın ondan çıktığını düşündüğüm tavşanı da yanımdan ayırmamam gerektiğini hissediyordum. Havluyu üzerine atıp, onu tekrar kucağıma aldım ve yavaş yavaş koridorda ilerlemeye başladım. Yaklaşık elli metre kadar sürekli bir sağa bir sola dönen dar koridorda ilerledim. Ben ilerledikçe tavşanda rahatsızlık belirtileri hissetmeye başladım. Kıpırdanıyordu. Nedenini bilmiyordum, öğrenmek de istemiyordum. Açsa, bana ne! Toksa, yine bana ne! Sıçmak istiyorsa, pekala sıçabilir, bana ne! Başka bir derdi varsa, hiç umrumda değil! Tam kayıtsızlık örneği.

Koridorda bir yirmi metre kadar daha gittiğimi düşünmüştüm ki bir yol ayrımı karşıma çıkmıştı. Sağ ve sol birbirinin aynısı iki koridor arasında seçim yapmam gerekiyordu. Yüzüklerin Efendisi’nde böyle bir durumla karşılaşan ve hangi yöne gitmesi gerektiğini hatırlayamayan Gandalf, uzun bir süre düşündükten sonra temiz hava gelen yolu seçmişti. Burada hava akımı yoktu ki! Eee, ne yapacağım? Ben de yazı tura atmaya karar verdim. Kafamda bir fikir olmadan sokağa çıkmak ve sadece yazı tura atarak gideceğim yönleri belirleyerek yürümek gibi saçma sapan bir takıntım vardı. Takıntım burada da kendini göstermişti. Hah! Eğer bozuk param olsa yapabilirdim. Üzerimdeki tek şey kucağımda taşıdığım uzaylı-manyak tavşandı. Cüzdanım, telefonum, anahtarlığım hepsi kayıptı. Denize düştüler herhalde diye düşündüm. Sahi ya ben denize düşmüştüm di mi?

Kendi kendime muhabbeti ilerletiyordum ki, koridorlardan birinden bir ses duydum. Bir çeşit uğuldu, bir çeşit gırıltı, kükreme sesi duyduğuma emindim. Lanet olsun bu da nesi? Geldiğim koridora gerisin geri döndüm ve iki koridoru da görebileceğim bir açı yakalayıp yere eğildim. Ses soldaki koridordan geliyordu. Gittikçe de yaklaşıyordu. “Şimdi boku yedik tavşan kardeş” dedim kısık bir sesle. Gürültünün bir insandan gelmediğine artık emindim. Bir çeşit hayvan, yaratık, canavar artık her ne haltsa karşıma çıkmak üzereydi.

Beholder

Yanılmamıştım ama karşıma çıkan şeyi gözlerimle görmesem varlığını kimse bana inandıramazdı. En az iki metre yüksekliğinde, ayakları olmadığı için havada süzülerek ilerleyen, mitolojiden biraz anlayanların Beholder diye bildiği koca patlak bir gözden oluşan bir canavara oldukça benzeyen ama ondan farklı olarak vücudunun her tarafı tüylerle kaplı, açıklanamaz büyüklükte bir ağzı ve korkudan altıma sıçtıracak kadar büyük dişleri olan bugün gözümün önünden asla gitmeyen bir yaratık ile karşı karşıyaydım. Daha sonra isimlerinin Eferite olduğunu öğreneceğim bu yaratık, beni yer mi, yemez mi, ne yapar, ne eder hiçbir şey bilmiyordum. Korkudan zaten çenem kilitlendiği için ne bağırabildim, ne birşey yapabildim. Put gibi kaldım öyle. Yaratık soldaki koridordan çıkıp sağdakine doğru geçmek için dönmek üzereydi ki bir anda durdu ve cüssesinden beklenmeyek bir atiklikle benim olduğum tarafa döndü. Beni görmüştü! Allah’ın cezası beni görmüştü. Gerisin geri koşmam lazım! Hahaha komik di mi? Geri koşmam gerekiyordu ama korkudan kilitlenen bacaklarım hareket etmiyordu.

-Koş yoksa öleceksin aptal! Kooooşş!

Beni koşmaya zorlayan kendi iç sesim değil, tavşan olmuştu. Tavşan bir anda beni öyle bir ittirmişti ki kucağımdan fırlayıveriyordu. Onun iteklemesiyle bir anda koşmaya başladım. Eferite de inanılmaz bir süratle arayı kapatarak üzerime geliyordu. Onlarca dakika tırım tırım ilerleyip geldiğim yetmiş metreyi, Usain Bolt’tan hızlı koşup geldiğim odaya geri dönmüştüm. Başka çıkış yoktu, odada duvarları elimde tarayıp gizli birşey var mı diye bakmaya başladım. “mutlaka başka bir çıkış olmalı lanet olsun!” diyerek kaderimi değiştirecek beni ölümden kurtaracak çıkışı bulmaya çalışıyordum. Eferite artık odadaydı. Aramızda sadece üç metre vardı.

-“Hayatım gözlerimin önünden film şeridi gibi geçecek miacaba? (yine aynı düşünceler), demek böyle ölecekmişim, napalım Allah böyle istedi” gibi gibi laflar geveliyordum.

Korkunç ağzını devasa büyüklükte açan Efereti karnının doyacağını anlamıştı. O dişlerle beni ısırdığı saniyenin sonunu göremeden ölmüş olacaktım. Efereti ganimetinin tadını çıkartmak için beklemekten sıkıldığı an üzerime doğru son hamlesini yaptı. Ben de gözlerimi kapattım, ölümü kabullendim ve şahadet getirmeye başladım. Şahadetimi tamamlayamadan olan olmuştu…

Jokers Cave

Denize düşmüştüm. Tekrar Bozcaada’nın kıyısındaydım. Tekneden düşmüş olsaydım tam da olmam gereken yerdeydim. Suyun içindeydim. Sanki mağara, Efereti, koridor hepsi hiç yaşanmamış gibiydi. Bir an öyle sanmıştım. Yanıldığımı anlamam fazla zamanımı almadı. Evet Bozcaada’daydım, evet artık mağarada değildim. Ama birşeyler tersti çünkü ortada ne uzay mekiği vardı, ne atladığım tekne, ne de uçaklar, helikopterler… Sadece kucağımdaki tavşan, uçsuz bucaksız karanlık, Bozcaada ve dalga sesleri ile beraberdim. “Neler oluyor anasını satayım!” demekten başka ne diyebilirdim ki?

Bir Cevap Yazın