Elimde tuttuğum cep telefonumda navigasyon aplikasyonu açıktı. Bir taraftan navigasyonu takip ederken, diğer taraftan sağımda ve solumda yükselen binaların kapılarının üzerinde yazan apartman adlarına bakıyordum. Kadıköy’ün sempatik semti Moda’nın nezih ve tarih kokan sokaklarında sürdürdüğüm, Melek Apartmanı’nı bulma arayışım yarım saati devirmişti. Adres bulma özürlüsü olduğumu kabul ettiğim an işte tam bu andı sayın seyirciler.

Daha fazla geç kalmak istemediğim için, silahımı (Yani telefonumu. At-avrat-silah üçlüsü yerini araba-sevgili-telefon’a bıraktığından beri durum bu.) siperde bırakarak koşulsuz şartsız teslim oldum ve tüm gururumun ayaklar altına alınması pahasına karşıma çıkan ilk markete yöneldim. Buzdolabındaki su şişelerini gözüme kestirdim ve buz gibi bir su şişesini avını yakalamış avcı edasıyla kaptım. Markete girmekteki asıl amacım elbette adres sormak ve tarif almaktı ama kuru kuru sormaya utancım el vermediği için ortaya bir şişe su söylemiştim. Suyun parasını ödeyip sırt çantama yerleştirdikten sonra kasadaki çocuğa (Çocuk diyorum ama genç adamdı aslında. Kendimden küçük erkekleri çocuk diye çağırmaya hangi ara başlamıştım hatırlayamıyordum.) Melek Apartmanı’nı aradığımı, yerini bilip bilmediğini sordum. Adres sorduğum anda, markete girmeden önce kimseye fark ettirmeden paspasın altına süpürdüğüm avcılık ve yön bulma yeteneklerimden geriye kalan son kırıntıları kasadaki çocuğun vicdanına bıraktığımın farkındaydım.

Obezlikten parmakları boğum boğum olmuş çocuğun yüzünde “İşte şimdi elime düştün ibne” ifadesinin belirdiğini elbette kaçırmamıştım. Kaçırmamak mümkün müydü? Yan dükkandaki erkek berberinde tüm mahalleye konser veren Tarkan bile görmüş olmalıydı içine nasıl girdiğini anlayamadığım televizyon ekranından. Yani Cem Yılmaz’ın Vizontele’de sorduğu soru gerçek olmuş, rahmetli Zeki Müren olmasa da, Tarkan bizi görmüştü ve de duymuştu.

“Niye arıyorsun o apartmanı?” diye sordu çocuk pişmiş kelle gibi sırıtarak. “Bugün o apartmanı soran 5. kişisin. Ne yapacaksınız sabahın bu saatinde orada, merak ettim.”

Anlaşıldı. Piyango bugün bana vurdu. Benden bilgi kopartmadan adresi vermeyecek bu oğlan. Beklenti oluşturmadan, sıradan bir cevap verirsem ilgisini kaybeder belki. Dur bakalım deneyelim bir şeyler.

“Ders gibi bir şey var. Ben de hiç istemeyerek gidiyorum ama evde boş boş oturmaktan iyidir,” çıktı ağzımdan.

Ne gariptir ki işe de yaradı. İlk anda bir umutla enteresan bir şeyler duymayı bekleyen çocuğun gözlerindeki ışık, hayal kırıklığıyla söndü ve çay koymaya gitti.

“İyi bakalım, öyle diyorsan öyledir. Az ileride solda Sarıca Arif Paşa Konağı var. Onu solunda tut, dümdüz in aşağı. Ama dikkat et çok gitme. Fazla inersen kendini Moda İskelesi’nde bulursun. İskeleye inmeden son dönemeçten sağa dön, az yürü, solunda göreceksin Melek Apartmanı’nı. Yeşil renkli bina.”

Sarıca Arif Paşa Konağı
Moda’da bulunan Sarıca Arif Paşa Konağı (fotoğraf: degisti.com)

Tarifi elimdeki navigasyona işaretledim, paspasın altına bıraktığım yön bulma yeteneğimi ihtiyacım olabilir diye düşünerek koluma taktım ve çocuğa teşekkür edip marketten çıktım. Bir süre arkamdan beni izleyen çocuk, görüş alanından çıkmamla birlikte kasanın altına sakladığı patates cipsini afiyetle yemeye geri döndü.

Efendim? Görüş alanından çıktıysam, cips yemeye geri döndüğünü nereden mi biliyorum? Çocuğun, verdiğim bozuk parayı tutan elleri yağlı ve cipsliydi de ondan. Yapacak daha önemli başka bir işi yoksa, cips yemeye ve telefonundan video izlemeye devam edecektir. Siz de beni iyice boş adam sandınız. Ayıp oluyor sayın seyirciler!

***

Marketteki ayaklı dubadan (Sakın bu yakıştırmayla şişmanlarla uğraştığım sonucuna varmayın. Ben kendim dahil herkese takılırım ve insanları şişman, sıska diye kategorize etmekten hoşlanmam.) aldığım adresi takip ettim ve Melek Apartmanı’nı bulmayı başardım. Adresi bulunca, Belgrad Ormanı’ndan avladığı geyikle, karınları aç onu bekleyen çocuklarını bugün de doyurabilmiş olmanın gururunu yaşayan bir avcı gibi hissetmiştim.

Apartmana iyice yaklaştım ve tam karşısında durdum. Ben artık Don Kişot’tum. Çam yeşili renge boyanmış Melek Apartmanı da yel değirmeniydi. Gözlerimi üç katlı binaya diktim ve sessizce bağırdım:

“45 dakikadır seni arıyorum. Sonunda buldum seni. Yendim seni Melek Apartmanı! Teslim ol ve aç kapıyı!”

Cevap yoktu. Farklı bir yöntem izlemeyi denedim:

“Rica etsem kapıyı açar mısın lütfen?”

Yine yanıt yoktu. Binayı adam yerine koyan bendeydi kabahat ama kendim daha adam olamamıştım, bina nasıl olacaktı? O an, ne zamandır bilinç altımda misafir ettiğim gizli orkestra, hayal gücü duvarımın üzerine yaydığı ince perdeye yansıttığı Yavuz Turgul’un Av Mevsimi filminden sahneler eşliğinde, Ete Kurttekin’in “Benden adam olmaz” şarkısını çalıyordu.

Melek Apartmanı, restore edilerek birkaç daireye bölünmüş şirin bir Rum eviydi. Sokak kapısının önüne sıralanmış rengarenk çiçekler, esintiyle dans ediyor ve mis kokular yayıyorlardı.

Kapının hemen yanında yer alan zillerden “Düşlerden Gerçeğe” yazanına bastım. Gitmem gereken daire orasıydı. Bir saniye geçmeden açılan kapı beni düşlerimden uyandırdı ve gerçek dünyaya döndürdü.

“Bu kadar eğlence yeter, artık ciddileşme zamanı,” diyerek kapıyı ittirdim ve açılan kapıyla birlikte binanın içinden kaçmaya çalışan serin havanın yüzümü yalamasına izin verdim.

***

Artık Melek Apartmanı’nın içindeydim. Kıvrılarak yükselen merdivene doğru yürüdüm ve ikinci kata çıktım. Hemen bu kata çıkmamın sebebi, davetiye epostasında belirtilen adreste, Düşlerden Gerçeğe’nin, Melek Apartmanı’nın ikinci katında olduğunun yazmasıydı.

“Ne epostası? Düşlerden Gerçeğe de nesi? Neler oluyor?” diyorsunuz, değil mi? Haklısınız, neden buraya geldiğimi ve buranın neresi olduğunu henüz anlatmadım size. Altı üstü marketteki patcips canavarı kadar fikir sahibisiniz olaydan, farkında mısınız? Neyse, boş verin şimdi düşünmeyin bunları. Hadi gelin ve Melek Apartmanı’nın ikinci katında olma amacımı kendi gözlerinizle görün.

Artık dairenin önündeydim. Avcı yeteneklerimi bir kenara koyup, sosyalleşme ve toplumsal hayata adapte olma kamuflajımı giydim bir çırpıda. Kapıda, “Düşlerden Gerçeğe Atölyesi” tabelası asılıydı. Hemen altında duvara yapıştırılmış yazı tahtasının üzerinde kırmızı tahta kalemiyle “Bugünün Programı: Kurmaca Atölyesi” yazıyordu.

Yalnız, bir saniye. Duralım burada. Burayı aktarmam lazım size. Kaptan, müsait bir yerde inecek var!

Ben nasıl bir yere gelmiştim böyle? İçerisi inanılmazdı. Tamamen minimalist bir dekorasyonla döşenmiş dairenin kar beyazı duvarlarında, ünlü müzisyen Barry White’ın Can’t Get Enough Of Your Love, Babe şarkısı yankılanıyordu. Tövbe bismillah, ölüp cennete düşmüştüm. Başka bir açıklaması olamazdı.

O an bir de ne göreyim, marketteki kasiyer çocuk tam karşımda Barry White’a eşlik ediyor, dans ediyor falan. Yok hayır şaka, silin o resmi aklınızdan. Oturtun çocuğu tekrar marketteki kasanın başına.

Barry White’ın insanı dumur eden sesinin bana vermiş olduğu yetkiye dayanarak kendimi keyifli ilan etmiştim. Minyon tipli atölye çalışanı genç ve güzel bayan (Baaaak! Erkek olunca ‘çocuk’ diyordun ama kadın olunca ‘genç ve güzel’ bayan oldu. Seni gidi pragmatist seni!!) atölye çalışmasının yapılacağı odaya kadar bana eşlik etti. Daireyi ve atölyeyi çok beğendiğimi ama marketteki şişkodan hiç hoşlanmadığımı söyledim. Anlam veremedi ve gülümsemekle yetindi. “Umarız atölyemizden memnun kalırsınız,” dedi kibarca.

Artık atölye grubunun bir parçası olmuştum. Bilmediğin bir yere girmenin verdiği ait olmama hissinin yarattığı heyecana kapılmıştım. Hoş, ben belediye otobüsüne binip akbil basarken bile heyecanlanıyordum ya.

Boş gördüğüm sandalyelerden birine kıvrıldım. Kurmaca atölye grubunda on kişi vardı. Beyaz tahtanın önünde gözlüklü bir adam ayakta duruyordu. Eğitmen olmalıydı. Uzun dağınık saçlarını en son taradığında insanlık berberlik mesleğini henüz icat etmemiş olsa gerekti. Üzerindeki yeşil hırkası L bedenine XXL geliyordu. “Birisi üzerime kapitalist bir şeyler atsın!” diye suskun bir serzenişte bulundum. Oksijen yerine literatür, edebiyat, şiir ve fular soluyordum. Sıcak bir ortama girmiştim, sanki ruhum bedenimi terk etmiş, çocuk oyun alanına bırakılan bir veledin heyecanı ile sağda solda koşturuyordu. Ben ona yaramazlık yapmamasını söylüyordum, o ise boya kalemleri ile duvara resimler yapıyordu. Haylaz çocuk, hiç bana benzemiyordu.

XXL hırka konuşmaya başladı. Şaka yapmıyorum. Benim gözümde, içine insan kaçmış bir hırkaydı konuşan. Onu dikkatle dinleyen diğerleri de benim gibi mi düşünüyordu acaba? Yoksa gerçekleri gören bir tek ben miydim? Sayın seyirciler, sayın. Sağ baştan sayın. Olmadı bir de tersten sayın.

Konsantre olmaya, atölyenin samimi ortamına kendimi kaptırmaya ve bu eğlenceli etkinlikten olabildiğince fayda sağlamaya karar verdim. XXL hırkaya kulak kesildim:

“Hepiniz hoş geldiniz. Benim adım Batu. Düşlerden Gerçeğe Atölyesi’ndeki kurmaca üzerine yapacağımız çalışmalarımızı bu dönem beraber gerçekleştireceğiz. Aranızda bir süredir kurmaca metinler yazmakla uğraşanlar olabileceği gibi, bu işe heves edip ilk tecrübesini yaşayacak olanlarınız da vardır diye tahmin ediyorum. Endişeye mahal yok. Basitten başlayıp, kademeli olarak seviyemizi yükselteceğiz. Kurgu nedir, öykü nedir, hikâye nedir, olay örgüsü nedir, protagonist, antagonist, yazım dili, anlatım teknikleri, kahramanın yolculuğu gibi terimleri irdeleyeceğiz ve kurmacanın hayal gücü ile kesiştiği ufuk çizgisinde keyifli bir yolculuğa çıkacağız.”

Vaay! Güzel konuşma. İlgimi çekti valla. Bakalım daha neler yumurtlayacak.

“Size biraz kendimden bahsedip, vakit kaybetmeden ilk çalışmamıza başlamak istiyorum. İlk çalışmamızdaki amacımız, birbirimizi daha yakından tanımak ve bunu yaparken hayal gücümüzü ısındırmak olacak. İsmim Batu. 36 yaşındayım. 8 senedir Atölye Düşlerden Gerçeğe ekibinin bir parçasıyım. Bu çatı altında çok sayıda insanla kurmaca üzerine fikir alışverişinde bulunduk. Beraber çalışmalar yaptık ve ortaya muazzam güzellikte eserler çıkarttık. Öyküler, romanlar, şiirler oluşturduk ufak dokunuşlarımızla. Hepimizden birer parça barındıran eserler yarattık.”

XXL hırka, kişiliğe bürünüyordu gözümde. Düzgün bir Türkçe ile, tane tane konuşuyordu. Konuşmuyordu sanki sözcüklerin üzerinde yürüyordu Batu. Üzerimizden geçiyor, odayı turluyor, aklımızın içine giriyor, bir fikir tohumu bırakıp gidiyordu. Şimdiden hayal gücümün kontak anahtarını çevirmeye başladığını hissediyordum. Heyecanım artmıştı. Galiba bu atölye uzun zamandır aradığım ilhamı bana vermeyi başaracaktı.

“Şimdi sıra sizi tanımaya geldi. ‘Sağ baştan say’ deyip, tek tek isimlerinizi söyletmek yerine, hayal güçlerinizin kendilerini tanıtmalarını tercih ederim. Bunu da az önce değindiğim ilk çalışmamıza bağlamak istiyorum. İlk çalışmamızın teması Veba olacak. 17. yüzyılda milyonlarca insanın hayatına mal olmuş veba hastalığı hakkında bir hikâye kurgulamanızı istiyorum. Yalnız, kurallarım var. Kalem kâğıt kullanmak yasak. Not almak için sadece hafızanızı kullanabilirsiniz. Size iki dakika süre vereceğim ve bu sürede hikayenizi kafanızda kurgulayacak ve bizlerle paylaşacaksınız. Sanki önünüze ‘Veba temalı bir öykü yazınız’ yazan bir sınav kâğıdı koymuşum gibi düşünün.”

Ben bu iki dakikalık süreyi, odayı, eşyaları ve insanları incelemekle geçirmeyi seçtim. Veba temasını böylesi bir atölyenin ilk dersi için ağır bulmuştum. Elbette bir şeyler üretilebilirdi ama kurmaca konusunda bugüne kadar kafa yormamış bir insanın soğuk terler dökeceğine emindim.

Süre dolmuş, Batu katılımcılar ile hikayeleri hakkında konuşmaya başlamıştı:

“Evet buyurun sizden başlayalım,” dedi Batu. Önde oturan kumral kızı nazik bir el hareketiyle işaret etti.

“Merhaba, ismim Selin. Daha önce kendi çapımda öykü denemelerim vardı ama yayımlanmış hiçbir yazım yok. Kendimi geliştirmek için, bir arkadaşımın tavsiyesi sonucu buradayım. Açıkçası veba benim için zor bir tema. Kafamda resimler oluşturmakta zorlanıyorum.”

“Ne düşündürdü size veba? Aklınıza nasıl bir hikâye geldi?” Batu, Selin’in beyin kıvrımlarına, ağrıyan yirmilik dişi çekmeye çalışan dişçi gibi yaklaşıyordu.

Selin bu durumu olumlu karşıladı ve hikayesini anlatmaya başladı:

“Bir kadın geldi gözümün önüne. Ateşler içerisinde yatıyor. Kocası var yanı başında. Kucağında bir kız bebeği var adamın. Kadın ‘Gidin!’ diyor. Ağlıyor. ‘Beni bırakın,’ diye sayıklıyor. Yürek burkan bir manzara yaşanıyor. ‘Hayatınızı kurtarın,’ diyor. Acıklı bir sahne. Titrek bir mum ışığı var yanı başlarında. Öleceğini bilen kadının gözleri yaşlı. Yüreği yanan adam mahvolmuş. Olanlardan habersiz bebek ağlıyor. Adam kadının dediğini yapıyor bin bir vicdan azabıyla. Çocuğunu alıp kadını ölüme terk ediyor.”

Selin’in kurguladığı bu hüzünlü ve duygusal hikâyenin üzerine ben ne yaptım? Katıla katıla güldüm. Hatta öyle bir kahkaha patlatmıştım ki, marketteki şişko çocuk bile duymuş olabilirdi sesimi. Selin’in öyküsünün üzgün ve kederli tadı havada bir süre asılı kalmış ve benim kahkahalarıma çarparak tuzla buz olmuştu.

“Bu bildiğin Güzel ve Çirkin’in hikayesi! Sonra da kız kendini feda ederek, babasını kötü kalpli canavar prensin büyülü şatosundan kurtarır. Ta ta!!” diye bağırdım iki kolumu yana açarak.

Tepkim kesinlikle abartılı ve görgüsüzceydi. Bunu kabul ediyorum. Ama gerekliydi de. Kurmaca bu kadar basite indirgenemezdi. Suya girmeden yüzme öğrenilemezdi.

XXL hırkanın içerisinde yaşamına devam eden Batu, münasebetsiz davranışımdan hoşnut kalmadı elbette. Kalmazsa kalmasın. Ben buraya, üçüncü kitabımı bana yazdıracak ilhamı arayışımın ikinci yıldönümünde, tükenmiş bir halde gelmiştim. Yayıncım tepeme binmiş, her gece taciz telefonları açarak beni sıkıştırıyor, kitabın ilk taslağını bitirmemi bekliyordu. Ona kitabı bitirmek üzere olduğumu söylüyordum ama gerçekte daha başlamamıştım bile. Yani, yeni yetme bir kızın kendini ispat etme çabasına kaybedecek vaktim yoktu. Değerli saatlerimi, yazar tıkanıklığımı aşmak için kullanmalıydım. Üç yüz yıllık Güzel ve Çirkin’i, yeniden keşfetmiş gibi bize satmaya çalışan Disney prensesleri ile uğraşacak vaktim yoktu.

Hırka, bana dönüp ismimi sordu. Söyledim.

O an eğer düğmeleri olsaydı (Düğmesiz hırka mı olur sayın seyirciler? Sayıyorsunuz değil mi saçmalıkları?) kesin iliklerdi, saygısından. Hayır canım bu da şaka. Sallamadı bile beni.

“Evet Selin’in hikayesi Güzel ve Çirkin’i andırıyor. Aslında, birçok hikayenin başlangıcının benzer olduğu çıkarımını yapabiliriz buradan. Hasta bir anne ve ondan bir şekilde ayrılmak zorunda kalan aile bireyleri. Tipik bir dram başlangıcı değil mi sizce de?” diye sordu Batu. Doğrudan benimle konuşuyordu.

Vay! Güzel. Benimle iletişime geçip beni konuşturmaya, kendince tartıp bir konuma yerleştirmeye çalışıyor. Madem öyle, o zaman ben de çekiyorum zihnimin altı patlarını. Savulun ahali!

“Batu, umarım sana isminle hitap etmemden rahatsızlık duymazsın.” Kafasını hayır anlamında salladı.

Veba
Aylık Öykü Seçkisi’nin “Veba” temalı Eylül 2017 sayısının görseli Onur Akkiriş’e ait.

Devam ettim:

“Herkesin elinde süt, un ve yumurta vardır ama ortaya binlerce çeşit tatlı çıkar. Önemli olan hangi malzemelere sahip olduğunuz değil, onları nasıl bir araya getirdiğinizdir.”

XXL ve odadakiler kullandığım kelimelerden etkilenmişe benziyordu. Selin hariç. Beni pres makinasında ezmek istediğini gözlerinden okuyabiliyordum.

Atölyedekilerin ilgili bakışlarının peşinden derin bir nefes aldım. Eldeki malzemelerle kendi tatlımı yapacaktım. Sesime, duygulu, hüzünlü ve dramatik bir hava verdikten sonra hikayemi anlatmaya başladım:

“17. yüzyıldayız. Veba’nın kırıp döktüğü bir orta Avrupa şehrinde, varlıklı bir ailenin evindeyiz. Malikanede gergin bir ortam ve panik halinde bir koşuşturmaca var. Hizmetliler kan ter içinde iki odaya sıcak su, havlu ve bitki çayları taşıyorlar.

Üst kattaki gösterişli odada evin annesi, alt kattaki penceresiz ufak odada ise küçük bir kız çocuğu yatıyor. Küçük kız, evin hizmetlilerinden birinin kızı. Annesi, onu doğururken hayatını kaybetmiş. Hem üst katta yatan evin hanımı, hem de hizmetçi küçük kız vebaya yakalanmış. Evin hanımı, kocasını çağırıyor yanına. Acıdan inlemelerinin arasında soluk alıp, sözcükleri sıralıyor. Pencerenin önündeki kundakta yatmakta olan yeni doğmuş bebeklerini alıp gitmesini söylüyor kocasına. Adam ne yapacağını bilmez bir halde. Odada, ölümü bekleyen güzeller güzeli karısı, aşağı katta, aynı beladan mustarip gayri meşru çocuğu. Birkaç yıl önce, eve sarhoş geldiği bir gece, hizmetçilerden birisi ile yaptığı zina sonucunda doğan, ama şimdi solmakta olan körpe çiçeği.

Kadın, yıkılmış görünen kocasının elini tutuyor. ‘Her şeyi biliyorum. Onun senin çocuğun olduğunu biliyorum. Bizim küçük yavrumuz gibi, ona da değer verdiğini ve elinden kayıp gidişini büyük bir üzüntüyle izlemek durumunda kaldığını biliyorum. İhanetlerini öğrendikten sonra uykusuz geçirdiğim gecelerim geliyor aklıma. Hıçkırıklar ata ata döktüğüm gözyaşları geliyor. Şimdi hem onu, hem de beni burada bırakıp gitmek zorundasın. Benim mutluluğuma kastedip peydahladığın o çocuğun, benimle birlikte öldüğünü göreceksin aşağılık herif! Bundan sonra sana mutluluk yok! Ben bu dünyayı terk ederken, benim kalbimden bir parça kopartıp doğurttuğun o kız çocuğunu da yanımda götüreceğim. Elveda sevgili kocacığım. Bebeğimize çok iyi bakacağını biliyorum. Şimdi defol. Bırak da hayatımda ilk defa huzur içinde birkaç gün geçireyim. Bunlar son günlerim de olsa.’

Yaşadığı şok yüzünden okunan adam kucağındaki bebeğiyle malikaneden ayrılır ve küçük bir kasabaya yerleşir. Karısı ve geride bıraktığı kız çocuğunun ölüm haberini aldığı günün gecesi kendini asarak intihar eder. Daha bebekken büyük bir aile dramının ortasında kalan ve ebeveynlerinin ikisini de kaybeden bahtsız yavrucak, köydeki bir aile tarafından evlat edinilir. Kısa süre sonra, kaderi sisle yazılmış çocuk yeni ailesini ele geçiren vebaya teslim olur ve hayata gözlerini yumar. Geriye terk edilmiş bir malikane, tarihten silinmiş bir aile ve hazin bir öykü kalır.”

Bitirdiğimde, Batu gözlerini kısmış bana bakıyordu. Disney prensesi Selin yanaklarından akan göz yaşlarını siliyordu. Açık kalmış kapıdan, anlattığım hikâyeye kulak vermiş atölye çalışanı genç kızın yüzünden düşen bin parçaydı. Atölye’nin diğer katılımcılarının dilini bıçak açmıyordu. Hepsi de bana başka bir gezegenden gelmişim gibi bakıyordu. Anlattığım hikâye tüm odayı etkilemişti. Bir kişi hariç: Ben. Kısa bir süre içerisinde buna benzer en az on tane daha hikâye yazabilirdim. Benim için hiç sorun değildi. Sorun, hiçbirini beğenmeyecek oluşumdu.

Batu kontrolü tekrar ele almaya ve havayı değiştirmeye karar verdi. “Tamam. Veba çok doğru olmadı sanırım. Daha basit bir yerden başlayalım. Yeni temamız ‘Düş’ olsun. Ama önce kısa bir ara verelim. Pencereleri açalım. Biz kahvelerimizi içerken temiz havası girsin. On dakika sonra kaldığımız yerden devam edelim.”

Herkes ayaklanmış, kahve ve çay servisi yapılan kısma geçmişti. Barry White sahneyi terk etmiş, yerini Radiohead’a bırakmıştı. Onlar da ellerini korkak alıştırmamış Karma Police ile giriş yapmışlardı. Ben ise oturduğum sandalyeden kalkmamıştım. Açılan pencereden dışarı bakıyordum. Kuş sesleri geliyordu yakından, kayalara vuran dalgaların sesleri ve buram buram tuzlu deniz kokusu.

Batu’nun yanıma yanaştığını fark ettim. “Kusura bakmayın, ben sizi ilk anda çıkartamamıştım. Kurguladığınız hikâyeyi dinleyince, tarzınız, üslubunuz ve dilinizden yakaladım. Siz O’sunuz.”

Evet, ben o yazardım. İlk iki kitabı çok satanlar listesinden inmeyen kişiydim. İmza günlerinde, basit bir imza için saatlerce sırada bekleyen insanların O yazarıydım. Ben, O’ydum. Peki O, hala ben miydim? İki yıldır tek satır yazı yazamamıştım. Bitmiştim. Tükenmiştim. Söyleyecek sözüm kalmamıştı insanlığa. Kurduğum cümleler öksüzdü. Evet, ortada bir güneş vardı ama artık parlamıyordu. Cılız bir ışık yayıyordu sadece. Bu değildi beni O yapan. Her ne ise, artık yoktu içimde. Kaybetmiştim. Bulamıyordum.

Neden bu atölyeye geldiniz?” diye sordu Batu.

“Kaybettiğim ilhamımı arıyorum,” dedim. Samimiydim. Gerçekten de tek nedeni buydu.

“Affedin ama, bir insan kaybetmediği bir şeyi neden arar ki?” dedi Batu gözlerimin içine bakarak.

“Ne demek istiyorsunuz?” diye sordum anlamaya çalışıyordum.

“Siz ilhamınızı kaybetmediniz. Egonuzun arkasına sakladınız. Çıkarmak istediğiniz ana kadar orada tutmayı seçtiniz. Sizce de artık buna bir son vermenin zamanı gelmedi mi? Bir röportajında, hiç yazmamanın, kötü yazmaktan daha büyük bir suç olduğunu savunan siz değil miydiniz? Ne oldu da kötü yazmaktan dahi çekinir oldunuz? Yoksa başarısız olmaktan mı korkuyorsunuz? Burada bize sergilediğiniz şovun tüm olayı bu değil mi zaten? Kötü ya da taklit bir hikâye gördüğünüz zaman katlanamıyorsunuz. İnsanlar sizin yazdıklarınız hakkında böyle düşünecek diye panikliyorsunuz, korkuyorsunuz. İşte sizin egonuzun arkasına saklanmış ilhamınızı bulacağınız yer orası. Korkularınızın tam orta noktası.”

Bu XXL Batu kim olduğunu sanıyordu da benimle böyle konuşuyordu? Haklı mıydı acaba söylediklerinde? Gerçekten kötü yazmaktan mı korkuyordum? Yayıncımdan eleştiri almaktan, okurlar tarafından beğenilmemekten mi korkuyordum? Kaybettiğim ilhamımı aslında kendim mi saklamıştım?

Kendi içimde yaşadığım tartışmayı hisseden Batu, omzumu dostça sıktı.

“Size bu atölyede verebileceğimiz hiçbir şey yok ama eğer bizi onura eder ve kalmaya karar verirseniz, çok memnun oluruz.”

Batu’nun ne yapmaya çalıştığını anlamıştım. Özgüvenimi geri kazandırmaya, korkularımla yüzleşmemi sağlamaya çalışıyordu. Son iki yılda bunu bana kimse yapmamıştı. İçimde bir şeylerin harekete geçmesini sağlamak istiyordu. Başarılı oluyor muydu peki?

Doğru bir noktaya parmak bastığı kesindi; burada olmamalıydım. Benim yerim marketteki çocuğun yanıydı. Kasanın altına sakladığı cipslere bakmalıydım, ona adres soranlara verdiği cevapları dinlemeliydim, para üstü vermek için kasayı açarken ki parmak hareketlerine odaklanmalıydım. Gerçekler ortadaydı, bu atölye hayal gücü içindi ve bende ondan bolca vardı.

Ayağa kalktım. Batu’dan kaba ve görgüsüz davranışım için özür diledim. Sohbetinden keyif aldığımı belirttim. Ardından Selin’den beni affetmesini rica ettim. O ise, özrümü ancak uzattığı kitabı imzalamam durumunda kabul edeceğini söyledi. Demek o da beni tanımıştı. Daha ilk günden, bu atölyede çok iyi bir ders aldığını da eklemeyi ihmal etmedi. Gülüştük.

Niyeyse, uzun zamandır kitap imzalamadığımı fark ettim. Şaşırmıştım. Yoksa özlemiş miydim? Eski imza günlerim geldi aklıma. Güzel anılar canlandı peşi sıra. Farklı bir enerjinin vücuduma yayıldığını hissettim. Gönlümdeki mühürlü kapılar birbiri ardına açılıyordu sanki.

***

Tekrar Melek Apartmanı’nın önündeydim. Çiçeklerin kokusu deniz kokusuna karışıyordu. Ne yapmam gerektiğini çok iyi biliyordum. Markete gidecek ve bir somun ekmeği kaşar ve salam ile doldurtup, yarısını kasadaki çocuğa verecek ve hayat hikayesini dinleyecektim.

Yeni kitabımın yazım süreci işte böyle başlamıştı sayın seyirciler. İyi okumalar hepinize.


Bu öykü ilk olarak, Aylık Öykü Seçkisi’nin Eylül 2017 tarihli seçkisinde yayımlanmıştır.

Bir Cevap Yazın