Oblivion, başrollerinde Tom Cruise ve Andrea Riseborough‘nun olduğu 2013 yapımı bir bilimkurgu filmi.
İngilizce sözlüklerde “oblivion ne demek?” diye aratırsak karşımıza unutulmuş diyar, unutulmuşluk hissi, unutulmuş, unutulmuşluk gibi anlamlar çıkıyor. Usta film adı çevirmenlerimiz (!) bu sefer zorda kalmış olmalı ki tam bir çeviri bulamayacaklaını anlamış ve filmi Oblivion ismi ile Türkiye’de piyasaya sürmüşler.
Filmi yeni açılan Brandium alışveriş merkezinin Cinemaximum salonlarında 2 numaralı salonda izledim. Önce Brandium’u biraz anlatalım. Ataşehir ile Kayışdağı arasında Kayışdağı Yolu üzerinde bulması ilk başta zor gibi görünen ama Kozyatağı Carrefour arkasında her yerde işaret ve tabelalarını görebileceğiniz ve yönlendirmelerle ulaşabileceğiniz bir konumda. Rezidanslara doğrudan bağlantısı olduğunu, tek bir asansör ile alışveriş merkezine girebileceğimizi söylüyorlar. Bu konseptin benzerini Dubai’deki Dubai Marina Mall ve Address Hotels&Residances çok başarılı bir şekilde yapıyor. Türkiye’de de başka örnekleri vardır belki.
Göreceli küçük bir alana yerleştirilmiş biraz basık bir otoparka ve çok rahat hissettirmeyen bir mimariye sahip. Yapı oturum alanının darlığı bu hissin ana nedeni. Bir diğer neden de ortak kullanım alanlarının dar tutulup dükkan alanlarının büyük tutulmaya çalışılması (bknz. daha çok para kazanmayı istemek) İçerisinde bilimum mağazalar bulunan artık sayısını hiçbirimizin bilmediği alışveriş merkezlerine yeni bir örnek daha…
Filmi izlediğim cinemaximum salonu oldukça küçüktü. En üst sıra I sırasıydı ve her sırada 8 koltuk vardı. Salon yeniydi ama havasızdı. Film öncesinde fragman gösterilmedi ve yaklaşık 10 dakikalık bir reklam kuşağı sonrası filmi izlemeye başladık.
Oblivion’ın yönetmenliğini Tron Legacy ile tanıdığımız Joseph Kosinski yapıyor.Zaten filmin başından sonuna kamera açıları, ses ve müzik kullanımı başta olmak üzere birçok nedenden Tron benzerlikleri yakalıyorsunuz. Tron Legacy’yi göreceli olarak beğenmiştim. Oblivion Tron’un yarattığı farklılık hissini yaratmakta biraz zayıf kalıyor.
Filmin yarısına geldiğinizde filmin plotunu aşağı yukarı anlar duruma gelebiliyorsunuz. Ben araya geldiğimizde filmin en can alıcı noktalarını anlamıştım. Dahi değilim film manyağı değilim ama eldeki senaryonun çok dallanıp budaklanamayacağı baştan belliydi ve kendini açık ediyordu.
Dünyanın uzaylı istilasına uğraması sonucu yaşamın yok olması ve tekrar başlatılması için uğraşmak konsepti artık kabak tadı verdi. Son dönemde bu tarz filmlerin sayısının artmasını da manidar buluyorum. Tarihe not düşülsün lütfen. Kendim de biraz araştırma yapacağım bu konuda. Birşeyler olacak da saklanıyor mu yoksa bizden?
Oyunculuk, kurgu, dekor, kostüm, görsel yönetim o kadar sıradandı ki “işte bu çok iyiydi” dediğim tek şey film öncesinde gösterilen Toyota Auris reklamıydı. (Reklamın bağlantısını yazının altına ekledim şimdi burada konular karışmasın).
Film ile ilgili söylenecek pek fazla birşey yok aslında. Babamın bilimkurgu filmi izleme isteğine yenik düşüp beklentimin minimum olduğu bir film izlemiş oldum. Gerildiğim anlar oldu elbette ama bir türlü film beni içine çekemedi. Ses ve müzikler filmin en keyifli kısımlarıydı Gerisi patlamış mısır, soğuk içecek ve geriye yaslana koltuktu.
Aşırı klişe amerikan kültürü öğeleri, basmakalıp uzaylı klişeleri, sakız gibi uzayan anlamsız kendini açıklama çabaları filmi son derece sıradan kılmış. Ayrıca filmde Tom Cruise dışında başka birisi olamazdı herhalde. Şimdi tekrar düşündüm de Keanu Reeves de olabilirmiş bu rolde. Evet evet olurmuş.
Düşlerden Gerçeğe Notu: 6/10