John Carter‘ı izlerken dünyaca ünlü başka bir karaktere olan benzerliklerini hemen sezeceğinize eminim. Benzerlik hem kişilikte hem de John Carter’ın davranışlarında gizli.
John Carter, Edgar Rice Burroughs tarafından yazıldı ve ilk olarak 1912 yılında okurlarıyla buluştu. Hikayenin adı “Under the Moons of Mars“tı. Hikaye oldukça yoğun bir ilgi gördü ve bunu peşi sıra gelen kitaplar izledi. Toplam on bir (11) adet John Carter romanı yazdı Burroughs. İki tanesinde John Carter başrolde değildi ama yan rollerde karşımıza çıkıyordu.
John Carter of Mars, Virginia’lı bir Amerikalının bir şekilde (spoiler vermiyorum) Mars’a gidişini ve orada başına gelen olayları anlatıyor. Günümüz bilimkurgu hikayeleri ile kıyaslandığında son derece yavan kaldığını düşünebileceğiniz hikayenin 1911 yılında üretildiğini aklınıza getirirseniz aslında hiç de fena bir altyapısı olmadığını anlayacaksınız. Edgar Rice zamanı için oldukça güçlü bir yaratıcılık sergilemiş.
Bizim gibi düşünüp John Carter’ın sinema perdesi için de başarılı bir hikaye olduğu sonucuna varan sevgili Andrew Stanton çok geçmeden (!) hikayeyi beyazperdeye aktarmaya karar veriyor. Andrew Stanton, Pixar’ın hikaye ekibinin önemli bir parçasıdır. Her ne kadar John Carter of Mars uyarlama bir senaryo olsa da evdeki hesap çarşıya uymamış ve Disney 250 milyon dolarını pek de iyi kullanamamış.
Fragmanı izleyip “Güzel görünüyor, bir şans vermeye değer” diyebilirsiniz. Haklısınız da. Ama gelin görün ki filmin o kadar eksik kaldığı yönler var ki.
Oyunculuk vasatın hayli altında. Bunun temel sebebi de casting’in zayıf olması. Oyuncular ne hikayeye ne filme ne de kendilerine inanmış. Bitse de gitsek havası o kadar hissediliyor ki. Bu da sizin atmosfere girmenizi engelliyor. Heyecan dolu geçmesi ve kalbinizi sıkıştırması gereken sahneler bile çok yavan kalmış.
John Carter, 3 ayrı dönemden (ve de evrenden) sahneler barındırıyor. Vahşi Batı, Viktoryal Dönem ( Bu isimden emin değilim, yanılıyorsan biri beni düzeltsin) ve Mars. Bu kadar farklı özellikleri olan dönemleri tek bir filme yedirirseniz ortalık biraz karışır. Film başladığında Indiana Jones diyorsunuz, sahneler ilerliyor kendinizi İyi, Kötü ve Çirkin de buluyorsunuz. Hikaye Mars’a geçtiğinde ise James Cameron’s Avatar‘ı yeniden izlemiş gibi oluyorsunuz. Bu kadar farklı öğeler belki herhalükarda harmanlanabilirdi ama Andrew Stanton bunu başaramamış.
Filmi IMAX’te izledim ama üçüncü boyutun etkisini neredeyse hiç hissedemedim. Filmden önce Amazing Spider-Man fragmanı vardı ve IMAX ile muhteşem görünüyordu.
John Carter, Disney’in yeni bir Pirates of the Caribbean denemesi gibi görünüyor ama ne yazık ki yanına dahi yaklaşamıyor. Jack Sparrow gemisine atlayıp Mars’a gitse belki birşeyler değişebilirdi.
Edgar Rice Burroughs’un diğer ünlü karakterini söylemeyi unuttuğumu sanmayın, biraz araştırmaktan yorulmazsınız sanırım. A aaa aaa aa aaaa!