Her sabah olduğu gibi, bu sabah da alarmımın çalmasını bekledim. Vücut saatim alarmın çalmasından beş dakika öncesine ayarlanmış gibi her sabah beni 05.55’te uyandırırdı. Saat 6’ya ayarlanmış olan alarmımın çalmasına beş dakika kalmış olduğunu alarma bakmadığım halde biliyordum. Yatağımın içinde dönmek, uykumun son demlerini yaşamak için koca bir beş dakikam vardı. Gözlerim kapalı yatağın içinde dönüyor, yastığıma sarılıyor, yorganımı çekiyor son beş dakikamın keyfini çıkartmaya çalışıyordum. Alarmın iç gıdıklayan iğrenç sesi ile bir uykumun daha sonuna geldiğimi anladım. Alarmı susturup yataktan çıktım. Hızlı bir duş, kıyafet seçimi ve atıştırma sonrası işte kapının önündeydim. İşe gitmeden önce son ritüellerimi de yapıp sokak kapısını açtım ve dışarı çıktım.
Karşı komşum sekiz numarada oturan Hilmi Abi’ydi. Delikanlı adamdı. Ara sıra beni maç izlemeye çağırır kendi çapında yaptığı çilingir sofrasından ikram ederdi. Keyfine düşkün tipik bir anadolu orta yaşlı türk erkeğiydi. Futbol ve siyaset en büyük ilgi alanlarıydı. Geçimini taksicilikle sağlıyordu. Karısı, Hilmi Abi’yi terk edip iki çocuğunu da alıp memleketine dönmüştü. Hilmi Abi bu olaya çok bozulmuş karısını gördüğü yerde öldüreceğini belirtip memleketin yolunu tutmuştu. O delikanlı Hilmi Abi ne kadar kızgın olursa olsun çocuklarının anasına kıyamamış, karısına zarar verememiş “Niye gittin Nalan?” demekten öteye gidememişti. Sonra çocuklarını öpüp koklayıp İstanbul’a geri dönmüştü. Çocukları arada sırada uğrar yanına. Büyüdüler artık. Hilmi Abi hiç evlenmedi daha sonra. Hala da bekar. Bazen eve gidip gelen kadınlar oluyor ama, aman bana noluyorsa! Hilmi Abi içi dışı bir birisi olduğu için tüm hayat hikayesini ilk kurduğu çilingir sofrasında her detayına kadar anlatmıştı. Dobra, sert mizaçlı bir adamdı. Özünde ise hepimiz gibi sevilmek isteyen ama gururundan dolayı bunu belli etmemeye çalışan birisiydi.
Hilmi Abi’nin kapısının önünden geçip merdivenlerden indim. Apartmanın sokak kapısından çıkıp otobüs durağına doğru yürümeye başladım. Bugün iş yerinde iki toplantım vardı. Birisi şirketteki geleceğimi de etkileyebilecek bir toplantıydı. Şirketin iş almayı hedeflediği bir işverene sunum yapılacaktı. Tabi ki bu görev bana verilmişti. Bir haftadır gece gündüz çalışıp güzel olduğunu düşündüğüm bir sunum hazırladım. Bakalım işveren beğenecek miydi? İkinci toplantı ise şirket içi koordinasyon amacıyla yaptığımız rutin bir toplantıydı. Bu toplantılarda söz alıp şirketin doğru ve yanlış yaptığı şeyleri paylaşmayı kendime görev edinmiştim. Eminim bu davranışım bazı iş arkadaşlarımın sinirini bozuyordu. Sonuçta kimse çabuk sivrilenleri sevmez ve kafasına vurup ezmek ister. Kurumsal şirket problemlerine giriş dersine hoşgeldin.
Durağa geldiğimde kafamda sadece toplantılarım vardı. İş odaklı yaşıyordum. Yalnızdım. Ailem İzmir’de yaşıyordu. Ben kalbimin sesini dinleyip İstanbul’da bir iş bulmuştum. Kirada oturduğum iki odalı bir evim ve Kaplan isimli bir kedim vardı. İzmir’deki arkadaş çevremden İstanbul’a taşınanlar dışında çok tanıdığım da yoktu. Fazla dışarı da çıkmıyordum. Asosyalim diyemem ama evde olmaktan keyif alıyordum.
Durağın kalabalıklığından otobüslerin gelmediğini anlamıştım. İçimi rahatlatan bir gelişmeydi, işe geç kalmak istemiyordum.
“A42 geçti mi?” diye yanımdaki öğrenci olduğunu tahmin ettiğim çocuğa sordum. Her sabah onu burada görüyordum. “Hayır geçmedi,” diye cevap verdi. Durakta oturacak yer olmadığı için sırtımı durağın reklam panosuna dayayıp müzik dinlemek üzere kulaklığımı çantamda aramaya koyuldum. Kulaklığımı çıkardıktan sonra telefonumu elime aldım. Arayan soran var mı diye gayri ihtiyari telefonumu açtım ve bir mesaj gelmiş olduğunu gördüm. Mesaj kutumu açtım ve okudum. Mesaj çok netti:
“A42’ye binme. Binecek olursan olacaklardan ben sorumlu değilim. A”
Bir daha okudum. Bir daha ve bir daha. Soğuk terler boynumdan sırtıma doğru akmaya başladı. Bu da kimdi? A? Ne biçim bir mesajdı bu böyle? Gerginlik ve korku içinde etrafımdaki insanlara bakmaya başladım. Kimdi bana bu mesajı gönderen? Polis olduğunu söyleyip kontör ya da para çarpmaya çalışan kişilerin mesaj attığını biliyordum ama bu çok daha fazlasıydı. A42’ye bineceğimi de nereden biliyordu? Kafam allak bullak olmuştu. Mesajı tekrar tekrar okuyup gergin hareketlerle durağın etrafında dolanmaya başladım, ta ki A42 durağa yaklaşana kadar. A42 durağa bana ağır çekimdeymiş gibi gelen bir şekilde yaklaştı ve durdu. Otobüs şoförü kapılarını açtı. Duraktakilerin en az yarısı otobüse binebilmek için birbirlerini çiğnediler. Ben ise binip binmemek arasında kalmış, bir otobüse, bir telefona bir de sağıma soluma bakıyordum. Sabah sabah hayatın bize yaptığı oyunlardan biriyle hem de çok anlamsız biriyle karşı karşıyaydım. Bir seçim yapmam gerekiyordu. Mesajı görmezden gelip hiçbirşey olmamış gibi otobüse binecek miydim yoksa binmeyecek miydim? Neyse ki karar vermek için hepi topu on saniyem vardı ve ben bunları düşünürken o on saniye de bitmişti. Kararımı verdim. Vermez olaydım…
abi neden yarım bıraktın? devam edecek misin?
Bu hikayeyi yazarken kafamda kurguyu oluşturmuştum ama anlatım dilini tutturamadığımı düşündüğüm için devam etmemiştim. Şimdi tekrardan hatırlayınca aslında pek de fena olmadığını fark ettim.
Toparlayıp soruna cevap veriyorum; evet devam edeceğim. Dördüncü günün (hadi biz ona cuma diyelim) akşamı Düşlerden Gerçeğe’ye, hikayenin devamını okumaya beklerim. ;)
[…] 1. bölüm için: tık tık […]