İki yıldır tatil yapmamıştım. Şu önbeş gün benim için iki yılın biriken yorgunluğunu atmam için ilk ve tek fırsattı. Muhtelemen bir iki yıl daha izin almam da zor görünüyordu. Mühendisliği meslek olarak seçerek düzensiz yıllık izinleri en baştan kabul etmiştim. Proje bitiş tarihlerinin bilinmezliğine zar zor izin veren proje müdürleri, patronlar eklenince izinler çıkmaz ayın son perşembesine dahi verilmiyordu.
Yıllık iznimin on gününü Bozcaada’da ufak bir butik otelde tek başıma geçirmeye karar vermiştim. Amacım biraz kafamı dinlemek ve Bozcaada’nın büyüsüyle iş stresini on günlüğüne unutmaktı.
Gel gelelim bu on günlük tatilin yedinci günü başıma gelenlerin, hayatımı baştan aşağı değiştireceğini nereden bilebilirdim? Artık mühendislik yapmıyorum. Kaçıyordum. Herşeyden, herkesten. Özellikle de onlardan… Onlar kim mi? Birazdan anlatacağım. Onları anlatabilmem için öncelikle yedinci gün neler yaşadığımı bilmeniz gerekiyor.
Tatilimin yedinci günü önceki altı günde yaptığım gibi sahilde akşam yemeğimi yemiş ve yediklerimi eritmek için iskele civarında yürüyüşe çıkmıştım. Bir arkadaşım daha önceki Bozcaada ziyaretlerinde yaptığı gezileri anlatmış ve iskelenin solundan devam edip, kıvrımlı ara sokaklardan geçtiğimde eski bir balıkçı barınağı göreceğimi söylemişti. Merakıma yenilip bu barınağı bulmaya karar verdim. Arkadaşım, balıkçı barınağının hemen arkasında ise ince uzun bir kumsal olduğunu, kumsalın sonunda da muazzam bir ay manzarasını izleyebileceğim bir kayalık olduğunu söylemişti. Arkadaşımın söylediği yeri ararken yıldızların bugün herzaman olduklarından daha fazla olduğuna ve hatta parladıklarına dikkat kesildim. Şehirden uzaklaşınca, ışık kaynağı azaldı ve yıldızlar daha görünür oldu diye düşünmüştüm, yanılmışım.
Balıkçı barınağının arkasındaki dar kumsal şeridini bulmuştum. Cep telefonumun fener programını açıp, önümü aydınlata aydınlata ilerlemeye başladım. Sağ tarafımda karanlıklar içinde dalgaların kıyıya vuruşlarının sesini duyuyordum. Cır cır böceklerinin şarkısı sol tarafımdaki çalıların arasından duyulabiliyordu. Hava gündüz ne kadar sıcak olursa olsun Bozcaada’nın yaz geceleri hep rüzgarlık ve serindi. Dar kumsaldaki yürüyüşüm bana bunu bir kez daha hatırlatmıştı.
Garip olan sadece yıldızlar değildi aslında. Ayda da bir farklılık sezmiştim. Olduğundan daha büyük görünüyordu. Mühendisliğimin bir kaç yılını Ortadoğu’da geçirmiş birisi olarak, ayın Türkiye’de her zaman göründüğünden daha büyük göründüğüne daha önce şahit olmuştum. Bu sefer durum biraz daha farklıydı. Ay hem büyük hem de daha önce göründüğü gibi görünmüyordu. Sanki eğikti. Evet, evet sanki eğikti.
Aklımdan ay ve yıldızların görünümü ile ilgili fikirler geçerken kayalıklara varmıştım. Eğer herşey yolunda olsaydı gerçekten muhteşem bir manzara görebilirdim ama durum iyice garipleşmeye başlamıştı. Ayın deniz üzerinde bıraktığı yakamozlar kırmızıydı. Nasıl böyle birşey olabilirdi? Kafam iyice karışmıştı. Asıl kaos ise Bozcaada’nın üzerinden farklı yönlerde geçmekte olan yolcu uçaklarının üçünün birden düşmeye başlamasıydı! Üç yolcu uçağı gözlerimin önünde düşüyordu!!! Çığlık çığlığa kayalık üzerinde zıplamaya, karanlıkta sağa sola çılgınca bakmaya başladım. İmdat!! Uçak düşüyor!!! Söyleyebildiklerim bunlardı… Üç uçaktan ikisi denize, biri adanın göremediğim bir yerine çakılmış ve infilak etmişti. Onca yolcu, mürettebat hepsi ölmüştü. Ellerim kafamda şok içindeydim. Tatilimin yedinci günü başıma gelen olay bu üç uçağın düşüşü olsa eminim herkes hayatımın geri kalanının artık eskisi gibi olmayacağını kabul ederdi. Ama hepsi bu değildi. Asıl olay kendini yeni göstermişti. Yakamozları kırmızı olan ayın kendisi de kızarmış, daha da büyük görünür olmuştu ve ayın hizasından alev alev bir nesne dünyanın atmosferine girmiş, adaya, üzerimize doğru geliyordu. Hayatım film şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyordu. Tarihi boyunca birçok efsaneye ev sahipliği yapan Bozcaada, en kara gününü yaşıyordu. Aydan koptuğunu düşündüğüm alev topu halindeki nesne benim bulunduğum kıyıya beşyüz metre uzaklıkta denize çakılmıştı. Bayılmamak için kendimi zor tutuyordum. Küçük dilimi yutmuştum. Planladığım tatil kesinlikle bu değildi. Adaya çakılan uçaktan patlama sesleri geliyor, denize çakılan uçaklar alev alev karanlık suların derinliğine doğru ilerliyordu. Aydan geldiğini sandığım alev topu ise suyun üzerinde kalmıştı. Kafayı yemek üzereyken bugün bile nedenini bilmediğim bir merakla alev topuna doğru gitme isteği hissettim. Kayalıklara çok yakın bir tekne gördüğümü hatırladım. Yarı bilinçli bir şekilde tekneyi kayalıklara doğru çektim ve alev topuna doğru kürek çekmeye başladım. Bugün aynı günü tekrar yaşasam, asla ama asla o tekneye binmezdim… Alev topuna gittikçe yaklaşıyordum, başıma ne geleceğini bilmeden… İnsanın başına ne gelirse meraktan gelir sözünün canlı örneği olacaktım…
1. Bölüm Sonu
Geçen gece gördüğüm bir rüyadan esinlenerek bu hikayeyi yazmaya başladım. Hikaye yazmayı ne kadar özlediğimi de görmüş oldum.